Cumartesi, Temmuz 21, 2007

Çocuklar için fantastik edebiyat ve “Genç Dracula”

Günümüzün çocuklarının hala ilgi duyduğu bir alan fantastik edebiyat. Bugünün en çok okunan ve en fazla merak edilen çocuk kitabı (ki aslında hiç de çocuk kitabı deyip geçmemek gerekiyor) J.K. Rowling’in 7 kitaplık “Harry Potter” serisi de fantastik edebiyatın ve sinemanın güzel örnekleri arasında. Tim Burton’ın harika animasyonları “Ölü Gelin” ve “Yılbaşı Öncesi Kabusu” ise çocuklar için olduğu kadar büyükler için de unutulmaz fantastik müzikaller. Diğer yandan artık geçmişte kalan “Adams Ailesi yada “Munster’lar” çocukluğumuzun fantastik sitcom’ları olarak hala hafızamızda yer ediniyor. Dolayısıyla fantastik edebiyatın önemli bir bölümünü oluşturan vampirler de büyükler kadar çocukların da ilgisini çekiyor. Bu alandaki en tanınmış ve başarılı yazılı eserlerden biri de Angela Sommer-Bodenburg’un 16 kitaplık “Küçük Vampir” serisi. Diğer yandan vampirlerin çocukların dünyası için fazla karanlık olduğunu düşünen ebeveynler ise fantastik edebiyatın bu eğlenceli parçalarını kara listeye almaktan çekinmiyor. Oysa ne Harry Potter çocukların zihinlerini pagan hurafelerle doldurmayı amaçlıyor, ne de Küçük Vampir çocukları korkutmayı hedefliyor. Fantastik edebiyat işte tam bu noktada birçokları için kabul gördüğünün aksine “kaçış edebiyatı” olmaktan sıyrılıyor. Çocukların korkularıyla yüzleşebileceklerini, dostluğun, fedakarlığın ve mücadele etmenin önemini bu kitaplarla öğreniyor.

Bu örneklerden biri de belki de korku edebiyatının en ünlü kişiliği Dracula’ya “minik” bir gönderme yapan BBC dizisi “Genç Dracula”. 2006’da Joss Agnew tarafından yönetilen ve 14 bölümlük bir yapım olarak çocukların beğenisine sunulan dizide Dracula’nın Vlad adındaki “vampir olmak istemeyen” oğlu ile yerleştikleri kasabada arkadaş olduğu “vampir olma hayaliyle yanıp tutuşan” Robin’in dostluğu anlatılıyor. Vlad rolündeki Gerran Howell, zalim babası Dracula rolündeki Keith Lee Castle ve Vlad’ın güzeller güzeli vampir ablası Clare Thomas eğlenceli bir vampir ailesini canlandırmakta oldukça başarılılar. Hikaye Vlad, babası Kont Dracula, kızkardeşi Ingrid ve sadık uşak Renfield ile birlikte İngiltere’nin küçük bir kasabasına yerleşmesiyle başlıyor. Vlad, kasabada yaşayan Robin ve Chloe Branaugh kardeşlerle kısa sürede arkadaşlık kurarken aynı zamanda birkaç sene içinde yetişkin bir vampir olmadan önceki son günlerini “normal” bir insan olarak geçirmeye çalışıyor. Öte yandan gerçeği şüpheci okul öğretmenleri vampir avcısı Van Helsing’den gizlenmek için türlü entrikalar çeviren üçlü birlikte “sıradanlığın” ve “çocukluğun” tadını çıkarıyor. Dizideki en komik karakterler Michael Jackson kadar korkunç olmayı başarabilen Dracula rolündeki Keith Lee ve Vlad’ın sivri dilli (ama aksanlı bir dil) içi doldurulmuş evcil kurdu Zoltan (bir kukla). Dizi yetişkinler için değil, o dizinin nedenle küçük bütçeli prodüksiyonunu, basit kurgusunu ve sığ anlatımını yetişkin biri olarak mazur görmeliyim. Ama bir çocuğun gözleriyle izlediğimde oldukça keyif aldığımı söylemek istedim. Umarım beklendiği gibi dizi 2007’de de devam eder.

SP.

Cumartesi, Temmuz 14, 2007

Rüyada vampir görmek…

Rüyada vampir görmenin birçok yorumu var, işte bunlardan bazıları:

1. Çevrenizdeki insanlar iyiliğinizi istismar ediyor.
2. Aşırı hırs ve sinirli davranışlarınız evliliğinizi tehlikeye sokacak.
3. Dostunuz tarafından aldatılıyorsunuz.
4. Bir yakınınız başınıza büyük işler açacak.
5. Sizi etkileyen bir tanıdığınız size zarar verecek.
6. Sizin için kötü olduğunu bildiğiniz şeyi yine de yapıyorsunuz.
7. Bekaretinizi kaybettiniz (yada kaybetmek üzeresiniz)
8. Fiziksel yada ruhsal açıdan yorgunluk hissediyorsunuz.
9. Çevrenizde bir bağımlı var.
10. Sizi tüketen bir ilişki içindesiniz.

Rüyada vampir tarafından ısırılmak çok ciddi uğursuzluk anlamına geliyor. Vampir olarak birini ısırmak ise birine çok ciddi zarar vermek olarak yorumlanıyor. Türk inanışına göre kan görmek rüyayı bozuyor ve genelde kan görülen rüyalar ne anlatılıyor ne de yorumlanıyor. Öte yandan yabancı kaynaklara göre kan görmek suçluluk hissi veya acı anlamına geliyor.

En korkunç ilk 10 vampir filmi

Klasik liste

1. Nosferatu (1920)
2. Dracula (1931)
3. Horror of Dracula (1958)
4. Nosferatu (1979)
5. Near Dark (1987)
6. The Hunger (1983)
7. Fright Night (1985)
8. Salem's Lot (1979)
9. The Lost Boys (1987)
10. The Fearless Vampire Killers (1967)

Modern liste

1. Bram Stoker’s Dracula (1992)
2. Interview with the Vampire (1994)
3. Underworld, series (2003 – 2006)
4. From Dusk Till Dawn, series (1996 - 2000)
5. Blade Trilogy (1998 – 2004)
6. Van Helsing (2004)
7. John Carpenter’s Vampires (1998)
8. Shadow of the Vampire (2000)
9. The Night Flier (1997)
10. Queen of the Damned (2002)

Vampirlerin de belgeseli var

Kim demiş vampirlerin belgeseli yok diye?... Hayır, bu sefer Amazon’daki vampir yarasalardan söz etmiyoruz. Vampir fenomeni, tarihçesi ve yaşam tarzıyla ilgili “Vampire Secrets” (Vampir Sırları) adlı bir belgesel vampir meraklılarına oldukça kapsamlı bir panorama sunuyor. Geçmişten günümüze vampirleri gerçek olaylar ve uzman kişilerin görüşlerine dayanarak anlatan belgeselin yönetmenliğini Diana Zaslaw yapmış. Antik Yunan, Mezopotamya, Çin ve Hint inanışlarından yakın geçmişteki Elizabeth Bathory, Rasputin, Haidemaque vampiri ve Vlad Dracul’a kadar birçok konu canlandırma yöntemiyle anlatılmış. Belgesel vampirlerin edebiyatta bıraktığı izleri Bram Stoker’dan Anne Rice’a kadar sürüyor. Vampire, the Masquerade gibi role-playing oyunları, vampir underground’u, gotik alt kültür ve psişik vampirizm gibi günümüze dair vampirlerle ilgili birçok konuya da değinilmiş. 16 Temmuz 1996’dan beri çözülemeyen New Jersey’li Susan Walsh’ın Manhattan vampirini ararken kayboluş öyküsüne de yer verilmiş. Araştırmacı yazar Katherine Ramsland, Dracula Society Amerikan başkanı J. Gordon Melton, ünlü vampir dişi tasarımcısı Father Sebastiaan ve tanınmış vampirolog Dr. Thomas Ganza gibi bir çok uzmanın da görüşüne yer verilen belgesel vampir meraklıları için arşiv niteliğinde.

Pazar, Temmuz 01, 2007

Vampir ile Kurtadam karşı karşıya

Vampirlerle kurtadamları karşı karşıya getiren en tanınmış film “Underworld” serisi oldu. Film iki türün fanlarını da bir araya getirmeyi amaçlayan bir Hollywood projesi gibi görünse de aslında ilk iki filmde kurtadam avcısı bir vampirin iki ırkın tarihiyle ilgili gerçeklerle yüzleşmesini işliyor. Filmde ayrıca hem vampir hem de kurtadam özellikleri gösteren bir ırk daha yaratılıyor. Diğer yandan ikinci filmin finalinde vampirlerin nihayet gün ışığına çıkabildikleri bir “mutlu son” da var. Filmde vampirler “asil kediler”, kurtadamlar ise “kuduz köpekler” gibi kapışıyor. Vampirlerle kurtadamların romanlar, oyunlar ve filmler dışında tarihsel mitolojide karşı karşıya geldiklerine rastlanmıyor. Her iki türün de güçlü ve zayıf yönleri mevcut. Vampirlerle kurtadamlar arasındaki en önemli fark vampirlerin ölü, kurtadamların ise aslında yaşayan ama lanetli varlıklar olması. Olası bir savaşta, kurtadamların pençeleriyle ve ilkel dürtüleriyle silah kullanamayacağı ortada. Günümüzün modern vampirleri ise ninja kılıçları, bıçakları ve ultraviyole mermi atan ateşli silahları ile tam bir silah dükkanı gibi dolaşıyorlar. Vampirler tıpkı “Underworld: Evolution” filminde olduğu gibi organize av partileri oluşturabilirken kurtadamların böyle bir sosyal üstünlüğü yok. Kurtadamlar saldırı sırasında organize olamıyorlar. Öte yandan vampirlerin zengin ve asil oluşları her türlü ekonomik ve politik güce kolayca ulaşabilecekleri anlamına da geliyor. Kurtadamlar güç ve saldırganlık açısından üstün olabilirler fakat vampirler ise hızlı ve çevikler. Underworld’de vampirlerin kurtadamlar için adeta kolay lokma olduğu gösteriliyor. Tüm üstün özelliklerine rağmen vampirlerin zayıflıkları kurtadamlara göre çok daha fazla. Vampirler için günışığında dolaşamamaları en büyük zayıflıkları. Vampirler kalplerine sokulan herhangi bir cisimle öldürülebilirken kurtadamlar sadece gümüşe karşı hassaslar. Diğer yandan vampirlerin kanla beslenme ihtiyacı kurtadamların temel ihtiyaçlarının çok ötesinde bir durum. Kurtadamların doğayla ilintili güçleri ve içgüdüleri vampirlere karşı çok daha gelişkin fakat vampirlerin ise zamanla gelişen doğaüstü sihirli yetenekleri var.

Underworld serisi, şu ana dek Len Wiseman tarafından yönetilen ilk iki filmden oluşuyor. İki film de izleyiciyi vampirlerin ve kurtadamların gizemli tarihçesinin derinliklerine bir yolculuğa çıkarıyor. Filmde vampir ve kurtadamlar bir virüsün etkisiyle bu hale dönüşmüş varlıklar olarak anlatılıyor. Vampir Selene ile kurtadam Michael Corvin arasındaki aşk ise bir tür Romeo&Juliet hikayesi gibi. Hikaye ilk ölümsüz insan olan Alexander Corvinus’un biri insan, biri vampir ve diğeri ise kurtadam olan oğullarının başından geçenlerle başlıyor. Filmde Vampir ve Lycan türleri arasındaki mücadelenin ötesinde iki türün de özelliğini genlerinde taşıyan son insanı arayış da anlatılıyor. Bu insan ise Selene’nin aşık olduğu Michael’dan başkası değil. En yaşlı vampirlerden Viktor’un uyandırılmasıyla hikaye daha da ilginçleşiyor. Kurtadam ve vampir aşkının ilk örneği olan Lucian ve karısı Sonja’nın aşık oldukları fakat Sonja’nın karnındaki bebeğin bir hibrid olarak doğmasından şüphelenen babası Viktor tarafından öldürüldüğü ortaya çıkıyor. Öte yandan Selene’in ailesini katledenin de Viktor olduğu ortaya çıkıyor. İlk filmin sonunda ilk vampir Marcus da uyanıyor. Marcus babası Alexander Corvinus’u öldürerek ilk kurtadam olan kardeşi William’ı serbest bırakıyor. Deyim yerindeyse tam bir aile trajedisi. Selene ise Alexander Corvinus’un ve Micheal’ın yardımıyla, kardeşiyle birlikte dünyaya hükmetmek isteyen Marcus’u ve kardeşi William’ı öldürmeyi başarıyor. Üçlemenin son filminin ise geçmişi anlatması bekleniyor. Üçüncü ve son film ırkların yaratılışı ve Lucian ile Sonja’nın aşkını anlatacak. Sonunda vampirler ve kurtadamlar arasında kalıcı bir barış sağlanması bekleniyor.

“Hostel: Part II”den Elizabeth Bathory’e gönderme

Eli Roth’un yönetmenliğini ve Quentin Tarantino’nun yapımcılığını üstlendiği “Hostel: Part 2” Haziran 2007’de gösterime girdi. 2005 yapımı “Hostel”ın bıraktığı yerden devam eden hikayede kurbanlar bu defa Amerikalı kız öğrenciler. Whitney (Bijou Phillips), Beth (Lauren German) ve Lorna (Heather Matarazzo) adlı üç sanat öğrencisi İtalya’da tanıştıkları Axelle (Vera Jordanova) ‘in önerisiyle Slovakya’ya son tatillerine çıkıyor. Grubun kendilerini belanın tam ortasında bulması fazla uzun sürmüyor. Filmin ilk bölümden temel farkı, olayları sadece kurbanın değil müşterilerin bakış açısından da anlatması. Filmde “Elite Hunting” klübü hakkında ilk filmdekine kıyasla daha fazlası gözler önüne seriliyor. Belki de bu nedenle eleştirmenler Eli Roth’un serinin bir sonraki filmine anlatılacak pek bir şey bırakmadığını söylüyor. Bu filmin daha eğlenceli fakat daha az ürkütücü olduğunu söyleyenler de var. Öte yandan film beklenmeyen bir finalle de izleyiciyi şaşırtmayı hedefliyor. “Hostel: Part 2” vampir severler için de bir de sürpriz barındırıyor. Kendisinin de filmde “kesik bir kafa” olarak göründüğü Eli Roth filme “Mrs. Bathory” adında bir sahne eklemiş. Roth belki de gelecekte bir de Elizabeth Bathory filmi yapabilir mi dersiniz?

Dracula: Anlatılmayan Gerçekler

Yıllar önce Dracula’nın bir korku romanı kahramanı olmasının ötesinde gerçekten yaşamış tarihi bir kişilik olduğunu öğrendiğimde bunun vampirlerin gerçekten varolduklarına dair bir kanıt olduğunu düşünmüştüm. Oysa Bram Stoker’ın hayal gücüne borçlu olduğumuz vampir kont Dracula karakteri ile Wallachia prensi Dracula çok farklılar. Sanılanın aksine Türklerin “Kazıklı Voyvoda” olarak adlandırdığı prens bir vampir değil. Üstelik tarihte baba-oğul olmak üzere iki Dracula var. Bunlardan ilki 1395 ile 1447 yılları arasında Transilvanya’da yaşayan Mircea cel Batran’ın oğlu Vlad II Dracul. Vlad II Dracul, Roma Katolik kilisesine bağlı olarak Transilvanya ile Wallachia arasındaki ticaret yollarını Osmanlılara karşı korumakla görevlendirilen bir prens olarak yaşadı. Dracula yani “Ejderhanın Oğlu” adını ise Macar Kralı Sigismund’un 1408’de kurduğu “Ejderha Yoldaşlığı”nın bir üyesi olmasından aldı. Dracula, Wallachia köylülerinin dilinde “şeytan” anlamında kullanılıyordu. 1944’te Osmanlılar’la barış anlaşmasını bozan yeni Macar Kralı Vladislaus, general John Hunyadi komutasında bir orduyla Türkleri Avrupa’dan atmaya karar verdi. Düzenlenen haçlı seferine krallık adına savaşmayı reddeden Vlad II Dracul oğlu Mircea II adındaki oğlunu savaşa göndermeye Papa tarafından razı edildi. Bu arada Vlad II’nin 3 oğlu vardı, Mircea II, Vlad III ve sonradan müslüman olan Radu. Ne var ki haçlı ordusu Varna’da bozguna uğradı.1447’de Vlad II Dracul ve oğlu Mircea’nın (canlı olarak gömüldüğü söyleniyor) Hunyadi’nın emriyle öldürüldükleri biliniyor. Babasının ve ağabeyinin ölümünün ardından tahta geçen Vlad III ise Hunyadi ile arasındaki anlaşmazlığa son vererek Osmanlılar’a karşı savaşmaya karar verdi.

Bram Stoker’ın esinlendiği oğul Dracula, Vlad Tepeş ise 1431 ile 1476 yılları arasında yaşadı. Vlad III, Vlad II ve Moldovyalı bir prensesin oğlu olarak dünyaya geldi. Ayrıca Vlad III’ün iki karısı ve üç oğlu olduğu biliniyor. Dracula hükümdarlığı süresince uyguladığı aşırı acımasız cezalarıyla ün saldı. Belki de Bram Stoker’ın romanının kahramanı olarak Dracula’yı seçmesinin en önemli nedeni de budur. Vlad III, Wallachia’yı koruyarak Osmanlıların Avrupa’ya açılmasını engelleyen en önemli liderlerden biri oldu. Kendisine karşı gelenleri kazığa geçirerek öldürtmesi en bilinen özelliğiydi, Türklerin verdiği lakap ise buradan geliyor. Vlad III, Türklere karşı savaşmayı reddeden babası ve müslüman olan kardeşi Radu’ya hiç güvenmedi. Hunyadi’nin güvenini kazanan Dracula, nefret ettiği Osmanlı hükümdarı Sultan II. Mehmet’e karşı mücadele verdi. Fakat Osmanlıların Transilvanya’ya girmesi fazla uzun sürmedi. 1462 ile 1474 yılları arasında Macar kralı Matthias Corvinus tarafından hapsedilen Vlad, kardeşi Radu’nun ölümünden sonra yeniden tahta geçti. Ne var ki, Vlad tahtında uzun bir süre oturamadı. 1476’da Osmanlılar’ın Wallachia’ya girmesiyle birlikte öldüğü biliniyor. Dracula, hükümdarlığı süresince Targovişte ve Bükreş’te yaşadı. Yaptırdığı ünlü Poienari şatosu ve öldükten sonra gömüldüğü söylenen (henüz mezarı bulunabilmiş değil) Snagov gölü yakınlarındaki manastır bugün hala ziyaret edilebilir. Poienari şatosu aynı zamanda Dracula’nın ilk karısının şatoya okla fırlatılan hileli bir mesajı okuduktan sonra kendisini şatonun hemen altındaki Argeş nehrine attığı yer olarak da biliniyor. Nehrin diğer adı ise Raul Doamnei (Hanım’ın nehri). Dracula’nın ölümüyle ilgili birçok söylenti var. Bükreş yakınlarında Osmanlılar’a karşı giriştiği savaşta öldürüldüğü yada avlanırken Wallachia’lı derebeylerince suikaste kurban gittiği bu söylentiler arasında. Diğer bir söylentiye göre Vlad’ın kesik kafası bal içinde korunarak İstanbul’a gönderilmiş ve sultanın emriyle bir kazığa geçirilerek sergilenmiş.

Vlad Tepeş, Romanya kültüründe dürüstlüğü ve keskin adaletiyle ünlü bir halk kahramanı olarak hatırlanıyor. Öte yandan Vlad’ın fazlasıyla şiddet yanlısı ve acımasız bir hükümdar olduğu da söyleniyor. Hükümdarlığı döneminde işkencelerden aşırı derecede korkan halk arasında hırsızlığın nerdeyse hiç görülmediği biliniyor. Alman tarih kayıtları Vlad’ın sadist bir canavar olduğuna işaret ederken Rus tarih kayıtları Vlad’ı acımasız ama adil bir prens olarak gösteriyor. Yetişkin yada çocuk, asil yada köylü ayrımı yapmadan uyguladığı cezalar onun acımasız ama adil olduğunu düşündürmüş olabilir. Kendisini ziyarete gelen Floransalı ve Osmanlı elçilerin huzurunda çıkarmadıkları şapkalarını kafalarına çivilettiği söyleniyor. Vlad’ın yaşadığı topraklara düzenlenen seferler, Sultan II. Mehmet’in 40.000 askerinin ölümüne neden olmuş. Öte yandan kadın iffetiyle ilgili saplantılı olduğu da söylentiler arasında. Vlad’ın en sevdiği işkence methodu olan yağlı kazığa geçirme uzun ve acılı bir yöntem olması nedeniyle uyguladığı diğer onlarca işkence yöntemi arasında ona atfedilmiş bulunuyor. Kurbanların bazen günlerce acı çektiği bu eziyetin ardından cesetleri kazığa geçirilmiş halde çürümeye bırakılıyordu. Vlad’ın kitlesel kazığa geçirme cezalarını kurbanların karşısında yiyip içerken izlediği döneme ait bir tahta baskı resim de var. Vlad’ın Braşov’da bir seferde kurallarına uymayan 30.000 tacir ve memuru kazığa geçirdiği de tarihe geçmiş.

Romanya’da “strigoi” ve “moroi” olarak adlandırılan ölümden dönen kötü ruhlara dair eski bir inanış vampir inanışının temelini oluşturuyor. Buna rağmen Bram Stoker’ın 1897 tarihli hikayesinde anlatılan vampir kontun hikayesiyle benzerlikler taşısa da Vlad III sanıldığının aksine Romanya’da bir vampir olarak tanınmıyor. Bram Stoker’ın Macar asıllı profesör arkadaşı Arminius Vambery’nin yazara bu ünlü karakterden bahsetmiş olmasından şüphe ediliyor. Öte yandan, Macar söylentileri arasında esir düşen Vlad’ın diri olarak toprağa gömüldüğü halde mezarı yeniden kazıldığında bulunamadığı ve yılar sonra şatosunda esrarengiz ölümlerin görüldüğüne dair hikayeler de var. Ayrıca Dracula romanının daha çok genç bakirelerin kanıyla banyo yapmaktan hoşlanan Elizabeth Bathory ile ilgili efsanelere dayandığı iddia ediliyor. Bram Stoker’ın ünlü kontunu Vlad III’ün yaşadığı Wallachia yerine kuzey Transilvanya’ya yerleştirmiş olmasının nedeni ise belki de romanın yazıldığı dönemde bile bölgenin batıl inançlarının hala yoğun olması ve ortaçağdaki dokusunu koruması olabilir.

Cumartesi, Haziran 30, 2007

Vampirin Özgürlüğü

Bir vampir için özgürlük nedir? Bu sorunun belki de aklınıza gelebilecek ilk cevabı “gün ışığında yürüyebilmek” olabilir. Açıkçası bu sadece bizim bakış açımıza göre böyle. Vampirler geceyi sever, geceye aittirler. Gündüzleri ortada dolaşmaktan hoşlanacaklarını nerden çıkarıyoruz? StreetPoet’e göre vampirlerin özgürlüğü kavram olarak bizimkinden çok farklı:

“Vampirler özgürdür. Bütün gün bir tabuta hapsoldukları, güneşlenemedikleri hatta kan dışında hiçbir şey içemedikleri düşünülecek olduğunda bizim bakış açımıza göre, birlikte tatile çıkmak için en kafadar tipler olmayabilirler. Oysa vampirlerin dünyasında özgürlüğün tanımı bizimkinden çok farklı bana kalırsa. Vampirler öncelikle bizler gibi yaşlanmıyor, genç görünmek için güzellik malzemelerine yada plastik operasyonlara dünyanın parasını yatırmak zorunda değiller. Bir yerden bir yere yolculuk etmek istediklerinde bizim gibi otobüs, tren yada uçak kullanmak zorunda kalmıyorlar (jet lag ihtimali sıfır). Mükemmel hafızaları ve telepati yetenekleri sayesinde bizler gibi PDA, lap top yada cep telefonu kullanmak zorunda değiller. Bunun gibi milyonlarca örnek verilebilir. Vampirlerin gerçekten yetenekli varlıklar olduklarını düşünün birçok örnek bulacaksınız. Hatta bunlardan sadece birkaçına sahip olma fikri bile bizi alışılagelmiş özgürlük anlayışımızın bir kalemde silinmesine yol açabilir. Tüm bunlar bana özgürlüğün görece bir şey olduğunu düşündürüyor. Öte yandan belki de vampirler için özgürlüğün gerçek anlamı bizim için çok kabul edilebilir bir şey olmayabilir.”

Salı, Haziran 26, 2007

Kilise’nin vampirleri 2. Bölüm

Önceki yazımda vampirler ve Hristiyan kilisesinin bakış açısını işlemiştim. Diğer yandan vampirlerin olaya bakış açısı da ayrı bir merak konusu olarak zihnimi meşgul ediyordu. Diğer bir deyişle bizler vampirlere inanıp inanmamayı tartışırken, onlar (yada vampir olduklarını iddia edenler) neye inanıyor? Vampirlerlerin inançlarıyla ilgili internette biraz araştırma yaptığınızda karşınıza birçok underground kült ve tarikat çıkıyor. Birçoğu ise parayla üye toplayan role-playing temalı topluluklar, bunların dışında kalanlar ise genellikle spritiüel vampirlikle ilgili. Birçok vampir fanının bunlara ilgi göstermediği ve inanmadığı da bir başka gerçek. Görünen o ki, vampir fanı olmak için bu inançlardan birine mensup olmak yada mevcut inanç sisteminizi değiştirmeniz gerekmiyor. Özellikle bu konuda araştırmaları olan bir uzman bulmaya çalışırken Marcia Montenegro’ya rastladım. Marcia, astroloji uzmanı Hristiyan bir spiritualist ve kendine ait bir okulu da var. Marcia spiritualist olmayı birçok farklı yoldan geçerek seçmişe benziyor. Zen ve Tibet Budizmi, Hindu öğretileri gibi ilginç birçok yeni çağ, gizemcilik ve doğu öğretilerini incelemiş. Ne şanslıyız ki, tüm bu inanç sistemleriyle tanışmış biri olarak vampirler ve inançları üzerine yazmış olduğu bir de makalesi var. Marcia aynı zamanda Hristiyan bir misyoner olması nedeniyle makalelerine kendi inançları konusunda okuyucuyu “esinleyeceğini” düşündüğü kişisel yorumlarını da eklemiş. Ben vampirlerle ilgili makalesinin konumuza dair ilginç bazı bölümlerini Türk vampir fanlarıyla da paylaşmak istedim.

“Bram Stoker’ın Dracula romanı ve 1922 tarihli bir sessiz film olan Nosferatu’ya, 1985 yapımı bir film olan Fright Night’tan 1976 tarihli Anne Rice romanı Interview with a Vampire’a kadar vampirlerle ilgili bir sürü tarihçe, mit ve folklor bulunuyor. Birçoklarının farkında olmadığı üzere bugün kendilerini vampir olarak kabul eden insanlar ve bu ülkede ve Avrupa’da gerçek bir vampir underground’u mevcut. Fakat bu vampirler yarasaya dönüşen türden değiller. Günümüzün vampirleri kendilerini tamamen insan olarak kabul etmeyebiliyor, vampir olarak doğduklarına yada kan içme ve/veya cinsellikle ilgili inisiyasyonlarla vampir olduklarına inanabiliyorlar. Vampir kimliği bir kişisel duruş olarak topluma ayrı bir hissediş biçimine işaret edebiliyor. Doğrusu bu alt kültür tamamen görünen kültürün dışında, kültürel değerlere başkaldırıdan öte bir reddediş gibi.

Vampir alt kültürü birçok inanç ve uygulamayı içinde barındırıyor. Bunlar arasında:
Role-playing oyunları ve fantezi düzeyinde katılım
Haftasonları Goth ve benzeri klüplerde toplanma
Bir tür vampirizm içeren erotik uygulamalarda bulunma yada bunlara ilgi duyma
Vampirizmin okült ve karanlık tarafına çekilme
Kan içmeyle güç kazanacağına inanma
Diğerleriyle bir grup yada “klan” oluşturma
Kendi kişisel kriterlerine göre bir vampir kimliğine bürünme, gibi uygulamalar var.
Lidersiz bir alt kültür olması nedeniyle, vampirlerle ilgili inançlarda oturmuş bir yapı olmadığı gibi vampirin tanımlanması konusunda da bir anlaşmazlık mevcut. Birçoklarına göre vampir romantik bir kahraman, bir asi, karanlık güçlerde usta, yırtıcı, toplum dışı ya da ölümsüz biri. Kimileri kan içmenin vampirliğin bir parçası olması gerektiğini iddia ederken kimileri ise bunu vampir olma özentisi olarak nitelendirerek gerçek vampirlerin kan değil diğerlerinin psişik enerjisiyle beslendiğini öne sürüyor.

Birçoklarına göre modern vampir alt kültürü, karanlığın ve toplumdışılığın romantizmini bağrına basan Goth kültürünün bir altkümesini oluşturuyor. Bunun nedeni vampirin kendisini ilgisiz bir toplumun dışa itilmiş bir bireyi olarak görmesi. Bu arada birçok Goth’un da vampir alt kültürü içinde yer almadığını söylemek gerek. Goth hareketi özellikle müzik akımı olarak 1970’lerdeki punk alt kültürü içinden görünen toplumun baskıcı, materyalist ve yapay değerlerine karşı bir söylem olarak doğdu. Karanlık görünüşlerinin aksine, Goth’lar genellikle sanatsal ve edebi açıdan zevk sahibi uyumlu insanlardır. Korkutucu görünümleri kendilerini olduğu gibi kabul edecek insanlar için bir test yada alışık oldukları yalnızlıklarını devam ettirmek için bir araçtır. Şiddet bu kültürün bir özelliği değildir. Goth dünya görüşüne bağlı bir sosyal hareket olan vampir alt kültürünün ise teknoloji ve kurumsal gücün içtenliği erezyona uğrattığı ve robotlaşmayı kabul etmeyenlerin toplum dışında itildikleri yırtıcı bir doğayı yansıttığına inanılıyor. Böylece, insanlığını kaybeden toplum kendisini insan olarak kabul etmeyen vampir figürü üzerinden alay konusu ediliyor.

Vampir kültürü çok farklı kesimleri barındırdığı üzere kimin vampir olarak kabul edileceği konusunda da bir anlaşmazlık var. Modern Neopagan hareketlerde olduğu gibi, standartları yada tanımları belirleyen bir otorite yok. Ayrıca birçok vampir ve vampir grubu da gizli ve imkansız olmasa da incelenmesi güç bir kesim. Bu açıdan uygulamalarının ve uygulamcılarının açıkça anlaşılamayacağı yüksek bir gizlilik ihtiva eden Satanizm’den çok da farklı sayılmaz. Çokları bir kişinin “psişik enerjisini” zayıflatabilen yada emebilenlerin olduğuna inanıyor. Buna inananlara göre aura, hayat enerjisi yada duygusal, fiziksel yada psikolojik enerjiyi emebilen kişiler vampir olarak tanımlanıyor. Bu alt kültürde tutarlı ve katı bir ideoloji bulunmuyor. Agnostisizm, büyücülük, çeşitli gizemci inançlar, reenkarnasyon yada bunların karışımına inanan vampirlere rastlanabilir. Çoğu vampir Goth’larla aynı tavrı gösteriyor, herkesin kendine ait bir inanç sistemi var. Bir Goth yada vampir hayat tarzını özümsemiş biriyle diyalog kurmadan önce onların sizi bir insan olarak gördüğü üzere sizin de onlara aynı saygıyı göstermeniz gerektiğini unutmayın.”

Marcia Montenegro, konuyla ilgili olanlara makalesinde birkaç kitap da öneriyor:
Katherine Ramsland, Piercing the Darkness: “Undercover with Vampires in America Today”
Jeff Guinn, “Something in the Blood”
Rosemary Guiley, “Vampires Among Us”

Pazar, Haziran 17, 2007

Kilisenin vampirleri

Vampir inanışının köklerine bakıldığında kuşkusuz çağlar öncesine kadar gidilebilir. Vampir folklörünün Uzak Doğu ve Hindistan’dan İpek yolu gibi ticaret yolları aracılığıyla ve Mısır’dan çingeneler gibi göçebe topluluklar sayesinde Akdeniz’e, Balkanlara ve Avrupa’nın geri kalanına yayıldığı öne sürülüyor. Fakat günümüzdeki vampir kültünün önemli bir parçasını iki bin yıllık Hristiyanlık dini ve bu dine ait imgeler oluşturuyor. Vampirlerle ilgili birçok eserde karşımıza çıkan kilise, haç, kutsal su yada rahip gibi Hristiyanlığa özgü semboller vampirlere karşı bir savunma aracı olarak gösteriliyor. Diğer yandan az da olsa bu ögelerin hiçbirine yer vermeyen, hatta bunları tamamen yok sayan eserler de var. Günümüzün en başarılı vampir romancısı Anne Rice, birçok hayranını şaşırtarak artık vampir romanları yazmak yerine Hz. İsa’nın hayatını kaleme alıyor. Eleştirmenler, vampir kahramanı Lestat’in İsa’nın kanından içtiği vampir serisini noktalayan ve Katolik dinine dönüş yapan Anne Rice’ın yeni kitabında Hristiyanlığı kendince yorumladığını ve kitapta anlatılanların Hristiyanlık tarihiyle bağdaşmadığını söylüyor. Vampir inanışının özellikle Doğu Avrupa’dan yayıldığı hipotezi artık geçerliliğini çoktan kaybetmiş olsa bile vampirlerin hala kilise karşıtı şeytani varlıklar olarak gösterilmesinin bir çok nedeni var. Öncelikle, Hristiyanlığın vampir kültü üzerindeki baskın etkisinin nedenleri arasında “İsa’nın kanı, şeytan çıkarma yada yeniden dirilme” gibi temaların varlığının etkisi olduğu söylenebilir.

Paganizme ait her ögeyi şeytani sayan kilise, Orta Çağ’dan günümüze dek vampirler karşısındaki tek güç odağı olarak düşünülüyor. Vampirlerin haçtan korktuklarının varsayılmasının nedeni ise haçların vampirlerin karanlığa doğuşuna antitez oluşturan İsa’nın dirilişini sembolize etmeleri. Orta Çağ’da kilise, sevdiklerinin gömüldükten sonra vampir olarak dirilmesini istemeyenlerin toprak bağışlarını kabul ediyordu. Çünkü inanışa göre kutsal topraklara gömülen bir ölü vampir olamazdı ve kiliseye ait olan her toprak ise kutsaldı. İnsanların bu şekilde sömürülmesine neden olan korkuların temelinde ise artık hurafe sayılan pagan inançlar vardı. Vampirlerin mezarları üzerine darı yada haşhaş tohumu serpmenin ölümsüzleri oyalayacağı gibi eski pagan inanışlarının yerini ise artık kutsal su, haç, kutsal ekmek gibi kiliseye ait ögeler alıyordu. Öte yandan sarımsak, gümüş vb. pagan ögeler de Hristiyan sembollerle birlikte varlığını sürdürdü. Paganizmin günümüzde yok olmuş değil, tıpkı vampir inanışı gibi varlığını neo-paganist akımlar ile sürdürüyor. Vampirler deyim yerindeyse artık kendi kiliselerini kurmuş durumda.

Hristiyan kiliseleri arasında da birçok konuda olduğu gibi vampirler konusunda da farklı inanışlar bulunuyordu. Çürümeyen bedenlerin azizlere ait olduğu Katolik kilisesine ait bir inanışken, Ortodoks kilisesine göre ise çürümeyen her beden vampirdi. Katolik kilisesinin çürümeyen bedenleri aziz ilan etmesi nedeniyle de ölülerin tahnit edilmesi oldukça yaygın bir uygulama olmuştu. Yien de kilisenin pagan kültürün içindeki bir motif olarak vampirlere çok fazla kafa yorduğu da düşünülemez. Çünkü neredeyse doğa üstü olarak nitelendirilen ve aslında doğal olan herşey bir insanı cadı ilan etmek için yeterli olabiliyordu. Özellikle 18. yüzyılda Doğu Avrupa’da kayda geçen çeşitli vampir hikayeleri kiliseyi bu konuda araştırmaya sevketti. Bu dönemde Antoine Augustin Calmet gibi vampirler üzerinde çalışmalar yapan din adamları da bulunuyor. Avusturya imparatoriçesi Maria Theresa’nın konuyu araştırmak üzere birini görevlendirmesi ve vampirlerin varolmadığının açıklanmasıyla Avrupa’daki vampir histerisi bir süre için son buldu. Fakat sonraki yıllarda özellikle sanat camiası bu konuya özel ilgi göstererek yeniden gündeme taşımayı başardı. Vampirlerin varolup olmadığı halen meçhul ama vampirlere inanış günümüzde hala mevcut. Hristiyan kiliselerine göre hala 22 Nisan (yada Gregoryan takvimine göre 4 Mayıs) St George yortusu yada 30 Kasım St Andrew yortusu olarak bütün kötülüklerin iş başında olduğu özel günler olarak kabul ediliyor.

Cumartesi, Haziran 16, 2007

Lucy Liu “Rise:Blood Hunter”da intikam meleği bir vampire dönüşüyor

Lucy Liu (Kill Bill, Charlie’s Angels) ve Marilyn Manson’ın oynadığı yeni vampir filmi “Rise: Blood Hunter”’ın Los Angeles’daki çekimleri tamamlandı. Lucy Liu, filmde bir morgda uyandığında artık yaşayanların dünyasında olmadığını anlayan gazeteci Sadie Blake rolünü canlandırıyor. Sadie diğer vampirlere katılmak yerine bir polis detektifinin yardımıyla kendisini vampir yapanlardan intikam almayı seçiyor. Filmin yönetmenliğini “Gothika” filmiyle tanınan Sebastian Gutierrez üstlendi. Modern “Film noir” türünde çektiğini belirttiği vampir filmi için yönetmen Gutierrez, hikayesinin basit ama anlatımının diğer vampir filmlerinden farklı olduğunu belirtiyor. Filmdeki karakterler klasik vampir mitinin dışında tipler. Film, Anne Rice’ın gotik romantik atmosferini yada Underworld tarzı bir aksiyonu bekleyenleri hayal kırıklığına uğratabilir. Yönetmen filmini çekerken Near Dark ve The Hunger’dan etkilendiğini de sözlerine ekliyor. Ayrıca Gutierrez’in halen Hideo Nakata’nın Hollywood yapımı “The Eye”’ın senaryosu üzerinde çalıştığı söyleniyor.

Lütfen rahatsız etmeyin!!! Oda “1408”

Stephen King’in aynı adlı kısa hikayesinden uyarlanan “1408”, doğaüstü fenomenler konusunda kitaplar yazan Mike Enslin’in (John Cusack) efsanelere konu olan New York City otelinin hortlaklı 1408 numaralı odasında yaşadıklarını konu alıyor. Otel yöneticisi Mr. Olin (Samuel L. Jackson) uyarılarına rağmen odada kalmaya karar veren Enslin sonunda kendisini bekleyen tehlikeyle yüzleşiyor. Stephen King’in gerçek hayatta okuduğu bir arka sayfa haberinden esinlediği hikayesinin beyaz perde uyarlamasıyla ilgili gelen ilk eleştiriler ise oldukça kötü. Stephen King’in giderek daha sık rastlanan kötü sinema uyarlamalarından biri daha olduğu iddia edilen film kuşkusuz yine de yazarın hayranlarını sinemalara çekecek. Stephen King’in başarılı sinema adaptasyonlarından “Pet Sematary” (Hayvan Mezarlığı)’nin yeniden yapımı ise merakla bekleniyor.

Salı, Haziran 12, 2007

Herşey büyük bir yalandan ibaret olsaydı?…

“Shadow of the Vampire” bu türün alışılmışın dışında bir filmlerinden biriydi. Film, vampir rolünü oynayan bir oyuncuyu canlandıran Max Schreck (Willem Dafoe) adındaki gerçek bir vampirin hikayesini anlatır. Filmde, doğası gereği öldürenin mi yoksa kendini sanatıyla gerçeklemek adına öldürenin mi bir canavar olduğu sorgulanır. Film, insanın temel ihtiyaçlar hiyerarşisi içinde öldürme arzusunun yeri aslında değişmezken, moral değerlerin ya da mantığımızın bakış açımızı ne ölçüde değiştirebildiğini gösteriyor. Buradaki kurgusal ironi gerçek hayatın içinde başka şekillerde de ortaya çıkıyor. Hiçbir şeyin ve hiç kimsenin aslında göründüğü gibi olmadığı paranoyasının hüküm sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Öte yandan vampir mitosunun gizemli maskesi ardına gizlenen kimileri ise içimizdeki paranoyayı besliyor.

Gerçek bir vampir olup olmadığını merak eden insanlar olduğu kadar bu gizemi bizzat yaşadıklarını iddia eden insanlar da var. Peki neden bazı insanlar vampir olduklarını iddia eder? Bununla aslında yapmaya çalıştıkları şey nedir? Etraflarında oluşturdukları gizem perdesinin arkasına saklamaya çalıştıkları ve herkesten gizledikleri korkuları olabilir mi? Modern bilim vampirlerin var olmadığını söylüyor, bilim adamı olduğunu iddia eden kimileri ise tam tersini. Bizzat vampir olduğunu iddia edenler ise bilinen vampir stereotipine alternatifler öne sürerek vampir tanımını genişletmekle meşguller. Diyelim ki gerçek birer vampirler, bu neyi değiştirirdi?...İnternet vampir olduklarını iddia eden insanlarla kaynıyor. Vampir olduğunu iddia eden bu topluluk içinde liseli genç kızlardan yaşı geçkin psikopatlara kadar oldukça geniş bir skala bulunuyor. Vampirlere öykünmek sadece onlardan biri gibi görünmekle sınırlı değil. Bazı sözde vampirler kanla beslendiklerini, hatta bundan hoşlandıklarını da söylüyorlar.

Yaşadığımız gerçeklikte kitaplarda anlatıldığı şekilde bir vampirizm olduğuna inanmadığımı söyleyemek istiyorum. Sonsuz yaşam ve bunun yanında sahip olunan insan üstü güçler belki de insanlığın en büyük düşlerinden biri. Bu düşlerin bir anlamda cisimleşmesi ise bizi tüm bu özelliklere sahip olan vampir karakterine yönlendiriyor. Gerçek hayatın içindeki vampirlerin kendi gerçekliklerinde yaşayan insanlar olduklarına inanıyorum. Bu gerçeklik bizim için bir yalandan ibaret olsa bile, bu kişiler vampir olmaktan son derece mutlular. Onlara yalancı diyebilir miyiz? Ben dememeyi tercih ediyorum. Modern psikolojinin tanımlamalarını kullanmak dışında herhangi bir yakıştırmada bulunmayacağım. Sonsuz yaşam gelecekte bilimsel olarak yakalanabilecek bir rüya da olabilir. Muhtemelen sonsuz yaşamın ne vampirlikle ne de kan içmekle de bir ilgisi olmayacak. Vampirler gerçekte yoksa, neden bunca kişi onlarla bu kadar ilgili? Bir örnekle anlatmak gerekirse, Örümcek Adam’ın gerçekten varolmaması serinin bir sonraki filmini izlemek istemeyeceğim şeklinde yorumlanamaz. Vampirler sanırım her zaman ilgimi çekecek. Bu da bir çeşit ölümsüzlük değil midir?...

SP.

Pazar, Haziran 10, 2007

Will Smith’den bir vampir filmi “I Am Legend”

2007 Aralık ayında gösterime girecek bu vampir filmi ilginizi çekebilir. Will Smith (Men in Black, Independence Day, I Robot, Bad Boys) bu defa kıyamet sonrası dünyada kalan tek adamı canlandırıyor. “I Am Legend” (Ben Efsaneyim) filminde dünyanın sonunu getiren ise yaşayan herkesi vampire dönüştüren bir salgın. Filmin yönetmeni Frances Lawrence ise pop divaları Britney Spears, Janet Jackson ve Jennifer Lopez için çektiği video klipleri ile tanınıyor. Film, 1990’larda Ridley Scott yönetmenliğinde ve başrolde Arnold Schwarzenegger’in oynadığı bir yapım olarak rafa kalkmış bir projenin yeniden canlanışı. Bütçe ve zaman problemleri yüzünden gecikmiş olan yapımın yönetmenliği ise Will Smith tarafından daha önce Pan’ın Labirenti’nin yapımcısı, “HellBoy, Blade 2 ve Mimic” filmlerinin yönetmeni Guillermo del Toro’ya teklif edilmiş. Robert Neville rolünde oynayan Will Smith bir kez daha hayranlarını aksiyon dozu yüksek bir maceraya davet ediyor.
Filmin fragmanı için:
http://www.apple.com/trailers/wb/iamlegend/

http://iamlegend.warnerbros.com/

Vampir olarak kariyer yapmak…

"Vampirlerin aylak aylak gezen asosyal asalaklar olduğu konusundaki yaygın inanışın aksine içinde yaşadıkları topluluğa katkıda bulunmayı tercih edenler olduğuna inanmaya ne dersiniz? Çalışma hayatının acımasızlığı (düşük ücretler, ihlal edilen özgürlükler, mobbing, adam kayırma vb.) belki de vampirlerin acımasız görünen doğasının çok ötesinde bir vahşi doğa. Aslında acımasız büyük patronların çalışanlar tarafından vampir olduğunun iddia edilmesinin başlıca nedeni de vampirlerin asalaklarla bir tutulmaları… (oops) …Atalarından miras kalan malikanelerde yaşayan aristokrat vampirlerin bile boş boş oturduklarını sanmıyorum. Peki para kazanmak için ne yapar bu vampirler?... “Vampirim, iş arıyorum” demek kolay fakat iş dünyası her zaman nasıl bir katkı sağlayabileceğinizle, yeteneklerinizle, güçlü yönlerinizle ilgileniyor. “Vampirim, ne iş olsa yaparım” mantığıyla hareket edildiğinde kendinizi güneşli bir tatil köyünde boş tabakları toplayan bir garson olarak bulmanız an meselesi. Anında bronzlaşmak istemiyorsanız iş seçiminde de dikkatli olmanız şart. Yaşam biçiminiz, alışkanlıklarınız, kişiliğiniz size doğru iş seçimiyle ilgili ip uçları verebilir.

Fazla konuşmayı sevmeyen bir vampirseniz ve çok nitelikli bir iş aramıyorsanız size en uygun iş gece vardiyasıdır. Otellerde gece temizlik elemanı, hastenelerde morg sorumlusu, gece bekçiliği, otopark sorumlusu, bina görevlisi ve benzeri işlere rahatlıkla başvurabilirsiniz. Yada uyku probleminiz var ve gündüzleri tabutta uyumak yerine para kazanmanın daha akılcı olduğunu düşünüyorsunuz, o halde metroda bilet kesmek de sizin için cazip bir iş olabilir. Diyelim ki, insanlarla konuşmayı çok seviyorsunuz, bu aynı zamanda onları salt yiyecek olarak görmediğiniz anlamına da geliyor. O halde gece klüpleri ve barlar sizin gibi eğlenceli, konuşkan vampirleri bekliyor. Barın arkasına geçebilir yada az ötedeki sahnede bir stand up yapabilirsiniz. Müzikal yetenekleriniz varsa ve toplum tarafından beğenilmek hoşunuza gidiyorsa bir rock grubu oluşturmak yada sadece DJ’lik yapmak da sizin için oldukça tatminkar olabilir. Yada fazla gürültülü müzik vampir hassaslığındaki kulaklarınızı tırmalıyor ve oldukça etkileyici bir ses tonunuz var (ki genelde öyledir), o halde call center’larda gece operatörü olmak da fena fikir değil. Öte yandan, sanattan anlayan aristokrat bir vampirseniz, müzelerde küratörlük, sanat danışmanlığı yada tasarım işleri tam da size göre işler. Free lance çalışmayı sevdiğinizi düşünelim…bu alan tamamen sizin yaratıcılığına kalmış. Geceleri şehirde suçlu avına çıkan kimliği meçhul bir süper kahraman, herkesin merakla yeni filmlerinizi beklediği bir korku filmleri yönetmeni yada StreetPoet gibi kendini işine adamış bir yazar olabilirsiniz.

Peki A sınıfı vampirler iş dünyasında başarılı olabilir miydi?... Örneğin Kont Dracula, kendi şatosunu turistik bir tesise dönüştürebilir, Elizabeth Bathory ve St. Germain Kontu sağlık ve güzellik ürünlerine yatırım yapabilirdi. Vampir Tarihçesi kitaplarına konu olan Vampir Armand’ın olağanüstü bir sanat danışmanı, Vampir Lestat’in mega bir rock yıldızı yada Louis’nin çok başarılı bir moda tasarımcısı olması için sahip olduklarının ötesinde bir yeteneğe ihtiyaçları yok. Blade yada Selene’in ise gecelerin isimsiz kahramanları olarak yaptıkları işten oldukça keyif aldıkları da ortada. Dolayısıyla işte sonuç: vampir olmanız kariyer yapamayacağınız anlamına gelmiyor."

SP.

Cumartesi, Haziran 09, 2007

Nasıl Tamamen Yokolunur?

Bilindiği üzere vampirler oldukça yetenekli gece yaratıkları. Streetpoet sizin için vampirlerin “görünmezlik yeteneği” üzerine bir araştırma yaptı, işte sonuçlar:

“Görünmezlik, genellikle sihir yada teknoloji kullanılarak elde edilen bir yetenek ve teorik olarak da elde edilebilir bir durum. Bir cismi görünür kılan şey aslında üzerine düşen ışığın gözümüze yansıması. Dolayısıyla ışığı geçiren yada ışığı yansıtmayan cisimler (transparan) için görünmezlik teorik olarak sağlanmış oluyor. Bilinen doğada %100 transparan cisimler yok. Ayrıca görünmezlik cismi neyin yada kimin gördüğüne göre de değişir. Çevre koşullarına göre düşünüldüğünde, vampirler saklanmasını iyi bilen yaratıklar, bu onları kolaylıkla görünmez kılabiliyor. Karanlık ortam, siyah ağırlıklı kamuflaj tercihi yada kurbanın kör noktasını iyi bilmek vampirleri herhangi bir çaba harcamaksızın görünmez kılabiliyor. Işık hızının üzerinde hareket yeteneği de vampirlerin görünmezlik için tercih ettikleri bir yöntem. Teorik olarak görünmezliği ispatlayan 2006 tarihli bir fizik deneyi ise elektronları hapseden nano ölçekli kristaller sayesinde bir cismin transparan olabileceğini göstermiş. Diğer yandan optik kamuflaj denen giysiler sayesinde de cismin art alanının ön yüze yansıtılması sağlanabiliyor. Radarda görünmeyen uçaklar da teknolojik olarak görünmez kılınan cisimlere örnek gösterilebilir.

Bilimsel olmanın ötesinde sihir kullanılarak elde edilen görünmezlik de vampirlerin yabancı olmadıkları bir yöntem. Yüzükler, pelerinler yada tılsımlar gibi cisimler, iksirler, sihirli sözcükler kullanan vampirler görünmez olabiliyor. Ortaçağda eğrelti otlarının ve kristal kürelerin görünmezlik sağladığına inanılıyordu. Mitolojide Leprechaun ve Çin ejderleri de boyutlarını küçülterek görünmezlik sağlayan mitolojik yaratıklar. Yunan mitolojisindeki Perseus da Medusa’yı görünmezlik pelerini ile alt etmişti. Yanısıra goblinler, brownieler, hayaletler, ifritler, tanrı ve tanrıçalar, melekler ve şeytanlar da istedikleri zaman görünmeyebilen varlıklar arasında yer alıyor. Altın Şafak Kitabı, Artemis Fowl, Alice Harikalar Diyarında, Yüzüklerin Efendisi ve yakın çağda Harry Potter kitaplarında da görünmezlikle ilgili temalara rastlanıyor. StreetPoet olarak Alice Harikalar Diyarı’ndaki istediği zaman kısmen görünmez olabilen Chesire Kedisi’nin bu konuda oldukça yetenekli bulduğumu itiraf etmeliyim. Vampirlere dönecek olursak, bu konuda en yetenekli yaratıklar arasında oldukları kesin. Yaygın inanışa göre vampirler hareket etmedikleri sürece görünmezliklerini koruyabiliyor. Bu yeteneği geliştirmiş olanlar ise görünmez olarak avlanmayı da başarabiliyor. Peki bir vampir neden görünmez olarak avlanmak ister? Kendine güvensiz olup avını kolayca elinden kaçırabileceğini düşünen vampirler var mı dersiniz?

Salı, Haziran 05, 2007

TV’de bir vampir dizisi daha: “Blood Ties”

11 Mart 2007’den itibaren Amerikan televizyonlarında gösterilen “Blood Ties” (Kan Bağları) dizisi sonbaharda yeniden yayınlanmaya başlıyor. Tanya Huff’ın “Blood Books” (Kan Kitapları) eserinden televizyona adapte edilen yapımda gece körlüğüne yakalanan eski polis Vicki Nelson’ın (Christina Cox) özel dedektiflik yapmaya başlaması anlatılıyor. Vicki, 8. Henry’nin gayri meşru oğlu olan 450 yaşındaki vampir Henry Fitzroy(Kyle Schmid), eski aşkı ve iş arkadaşı Mike Celluci (Dylan Neal) ve iş ortağı Coreen Fennel (Gina Holden) ile şehirdeki gizemli olayları çözümlemeye çalışıyor. Dizi 2007 Ağustos ayında Kanada'da gösterime girecek. Bu yaz İngiltere'de gösterime girmesi planlanan dizi, Almanya, Fransa ve İsrail tarafından da satın alındı.

Pazartesi, Haziran 04, 2007

Yeni Vampir Filmleri Geliyor!!!

Ethan Hawke (Uma Thurman’ın eski kocası, “Dead Poets Society, Reality Bites, Gattaca” yıldızı) Lionsgate’in gelecekte geçen vampir filmi “Daybreakers”da oynamak için kontrat imzaladı. Avustralya’da Peter ve Michael Spierig tarafından çekilecek olan film Milla Jovovich’in vampir filmi “Ultraviolet”a benziyor. Hawke, dünya nüfusunun çoğunluğunun vampire dönüştüğü bir salgının yaşandığı 2017 yılında bir araştırmacıyı oynayacak. Hikayede insan ırkı giderek yok olurken, vampirler kalan zamanları tükenmeden geriye kalan insanları yakalayarak kan için yetiştirmek yada insan kanının yerine geçebilecek bir madde bulmak için uğraşıyor. Bir grup vampirin insan ırkını kurtarmaya çalıştığı filmin 2008’den önce gösterime girmesi bekleniyor.

Hillary Swank’ın yapım şirketi John Marks’ın “Fangland” romanının yapımcı haklarını satın aldı. Swank filmde Romanya’ya Ion Torgu adlı çete liderini haber yapmaya giden fakat tahmin edilenin ötesinde kötü bir durumla yüzleşen Evangeline Harker adındaki hırslı bir TV habercisini canlandırıyor. Swank’ın şu aralar psikolojik gerilim filmi “Labyrinth”in de dahil olduğu oldukça yoğun bir programı var. Akademi ödüllü Swank’in film kariyeri ise 1992’de küçük bir rol kaptığı “Buffy the Vampire Slayer”adlı vampir filmine dayanıyor.

Cumartesi, Haziran 02, 2007

YENİ!!! Başlangıç "2.Cilt"

Gökyüzünde yıldızların sihirli taşlar gibi parıldadığı bir geceydi. Sessizliğin hüküm sürdüğü dar sokaklarıyla kentin ilk yerleşim bölgesi olan eski mahalle geceyle birlikte gelen geçici bir huzura kavuşmuştu. Evlerin birbirlerine bakan avlularında dolaşan gölgeler uğursuz bir şeyler fısıldıyor, meyva ağaçlarının dalları arasında, çatılarda ve kuytu köşelerde kendilerine gizlenecek bir yer arıyorlardı. Yaşlı mücevherat ustası henüz uyumamıştı. Avluda oturmuş, gözleri tahta kapılardan içeri girecek olan gizemli gölgeyi bekliyordu. Kentin doğusunda uğursuz mavimsi yeşil bir ışık parlayıp söndüğünde işareti almış gibi huzursuzca yerinde kıpırdandı. Elleri terlemişti, yüzünü yıkamak için bahçedeki havuza doğru yürüdü. Ellerini suyun durgun yüzeyine daldırmadan önce gökteki yıldızların yansımalarını gördü orada, yüzünü hafifçe ıslattı ve rahatlamak için derin bir nefes aldı. Bazı yıldızların ne kadar parlak olduğu dikkatini çekiyordu. Özellikle suya yansıyan iki yıldızın adeta kendi etrafında dönen beyaz ışık toplarına benzediğini düşünürken bu yıldızlar hafifçe kaymaya başladı. Gökyüzünün tepesine düşeceğinden korkmuş gibi irkildi. Başını kaldırdığında karşısında gözleri bembeyaz ışık toplarına benzeyen gizemli konuğuyla karşılaştı. Yaşlı adamın yüreği hızla çarparken yabancı insana ait olmayan bir sesle konuşmaya başladı.
“Bu gece yıldızlar ne kadar parlak”
Adam yüreğinin sıkıştığını hissediyordu, ağzını açtı ama hiçbir ses çıkaramadı.
“Biliyorum. Hayatın boyunca bu geceyi bekledin. Ya ben? Benim ne kadar uzun zaman beklediğimi tahmin edemezsin”
Yabancı eliyle sediri gösterdi. Yaşlı adam yerin ayakları altında kaydığını hissetti ve aniden kendini yabancının karşısında otururken buldu.
“Artık zaman kalmadı usta. Sana getirdiklerimle istediğim şeyleri yapmalısın” Adam anlamış gibi başını öne eğdi.
“Bunun için ödülünün ne olduğunu biliyorsun. Burada kalamazsın…”
Adamın gözlerinde yaşlar belirdi, yanlış bir seçim yapmış olduğunu düşündü ama artık geri dönüş yoktu. Yapması gerekeni yapacaktı.
“Sana gösterdiğim yere gideceksin. Buraya yakın bir yere. Ama buraya asla dönemezsin. Ben sana ne yapman gerektiğini söyleyene dek orada kalacağını söylememe gerek yok sanırım. Seni izliyor olacağım”
Yaşlı adam gözyaşları yanağından aşağı süzülürken soğuk parmakların yüzünde dolaştığını hissetti.
“Kaderin gözyaşları mı yoksa?…Yüzüme bak”
Yaşlı adam camdan yapılmış bir kadına benzeyen yaratığın yüzüne baktı.
“Neler yapman gerektiğini gözlerimin içinde göreceksin. Bunu tam olarak beş parçaya ayır. Parçalar sana her biriyle ne yapman gerektiğini söyleyecek”
Kadın adamın esmer derili avucuna içinde bir ışık kaynağı varmışçasına parlayan büyük bir elmas parçası bıraktı. Adam yeniden can bulmuş gibiydi, yada yeniden bir amacı olduğunu hisseden biri gibi.
“Bu konuda yetenekli olduğunu biliyorum Ali. Atalarından sana geçen bir yetenek bu, bu kez hata yapılmayacak, biliyorsun”
Yaşlı adamın yüzü kötü bir şeyler anımsamışçasına korkuyla büzüldü.“Şimdi…Yapmak zorundasın”

Pazar, Mayıs 13, 2007

Karbeyaz Kraliçe İstanbul’da

Evanescence dünya turnesinin ikinci ayağında İstanbul’a da uğruyor. 24 Haziran 2007 saat 21:00’da Kuruçeşme Arena’da sahne alacak grup, Rusya ve Yunanistan’daki konserlerinin ardından Türkiye’ye uğruyor. Gothic Rock’un “Kar beyaz kraliçesi” Amy Lee’nin Türkiye’deki hayranlarıyla ilk defa buluşacağı konserde grup yeni elemanlarıyla sahne alacak. Vampir filmleri izlemeyi çok sevdiği bilinen Amy Lee, ikinci ve son albümü The Open Door’un ilk single’ı “Call Me When You’re Sober” klibinde de vampir gibi havalarda süzülen Kırmızı Başlıklı Kız’ı canlandırıyordu. Karbeyaz kraliçe, vampirseverlerin en beğendikleri albümler listesinde de her zaman yer alacak Evanescence klasiklerini canlı dinlemek isteyenleri konserine bekliyor.
“…Darling, I forgive you after all.
Anything is better than to be alone.
And in the end I guess I had to fall.
Always find my place among the ashes…”
/ “Lithium” / The Open Door (2006)

“2… 3... 4…”

StreetPoet bloga en son 22 Eylül’de giriş yapmıştı. O gün bugündür ortalarda görünmeyen gizemli yazarımız tam tamına “2… 3... 4…” gün sonra tekrar bloga yeni bir şeyler ekliyor. Geçen yıldan bugüne kadar sembolik olarak blogda yayımlanmayı bekleyen son 2 Bakersdozen hikayesini de bugün bloga ekledik. Bundan sonrası için neler planladığı konusunda bir fikrimiz henüz yok ama geçen süre zarfında neler yaptığını kendisine sorduğumuz kısa bir telefon görüşmesi yaptık:
S: Uzun zaman oldu gerçekten… neden geri döndünüz?
C: Uzun zaman dediğiniz o süre bir vampir için o kadar da uzun değil. O nedenle vampirler ne kadar süredir ortalarda görünmediğimin farkına bile varmamıştır sanırım. Bloga yeniden yazmam gerektiğini hissetim. Belki de anlatacağım şeyler bitmediğinden buradayım. Tam olarak bana ne olduğunu ben de bilmiyorum ama biyolojik saatimle ilgili olabilir bu durum. Hepimizin içindeki küçük sayaçlardan bende de bir tane var. Zaman bize neler olacağını zaten hep göstermiştir. Bundan sonra olacakları göreceğiz hep beraber.
S: O zaman hoşgeldiniz…bunca zamandır neler yapıyordunuz?
C: Herkesin umduğunun aksine ben bir vampir değilim. Diğerleri gibi çalışmam, hayatımı sürdürebilmek için de çalışmaya devam etmem gerekiyor. Halen de bunu yapıyorum. Sevdiğim bir şey yapıyorum, “yazıyorum”. Yazdıklarım vampirlerle ilgili değil, bana bunlar için para ödemiyorlar, yani vampirler üzerinden para kazanmıyorum (gülüyor). Yazdıklarından para kazanamayan bir yazarın iyi bir yazar olup olmadığı tartışılır. Ben yazdıklarımdan para kazanmaya başladım nihayet ama sevdiğim şeyleri yazarak para kazanmaktan uzaktayım hala, “istediğim şeyi” yazarak para kazanmayı beklemiyorum. Paylaşmayı sevdiğim şeyleri yazmaktan keyif alıyorum hala. Bu süre zarfında neler mi yaptım?... Her zaman olduğu kadar müzik dinledim. Kitap okumaktan çok bir şeyler izlemekle vakit geçirdim diyebilirim. Süper fantastik diziler var gerçekten. Tavsiye ederim.
S: TV izlemediğinizi duymuştuk..?? Ne oldu?...
C: Hala izlemiyorum. DVD ve sinema sadece.
S: Bakersdozen hikayeleri devam edecek mi? Karakterle ilgili yeni bir şeyler yazacak mısınız?
C: Aslında Bakersdozen’ı vampirlerle ilgili bir üçlemenin ilk basamağı olarak düşündüm. O nedenle ikinci ciltte Bakersdozen yok. Zaten ilk cildin sonunda Bakersdozen’la ilgili anlatılacak pek fazla da bir şey kalmıyor. Gerisi okuyucuların hayalgücüne kalıyor. İkinci cildi kadınlar için yazdım. İkinci ciltte baş karakter bir kadın. Ve bu bir “on üçleme” değil, o Bakersdozen’a özel bir durumdu sadece. Bakersdozen’ın son iki hikayesi de blogda bugün yayınlandı ve sevenleri açısından üzgünüm ki bitti.
S: Bugün aynı zamanda “anneler günü”, herhangi bir mesajınız var mı?
C: Ne raslantı...Tabi. Yaratıcılıkları ve kahramanlıkları için annelere teşekkürler.
S: Teşekkürler.C: Her zaman dostum.

Çatıdaki Aziz

Dinlemekten keyif aldığım o aryadaki gibi günün ilk ışıklarına sahibim ben, oysa başkaca çok az şeye... Yaşadığım çatı katından her akşam izlediğim manzara da nefes kesicidir. Bazı geceler sevdiğim bir plağı emektar pikabıma yerleştirdikten sonra küçük balkonunun kapısını açar, demlediğim çay eşliğinde bu nefis manzarayı her defasında hayran kalarak yeniden keşfe dalarım. Geldiğim ülkeyi artık özleyemeyecek kadar uzun süre yaşadım bu şehirde, üstelik burada olmaktan da mutluyum. Yalnız başıma sürdürdüğüm yaşam mücadelesinde tek dayanağım güçlü bir inanca sahip olmaktır bence. İnançlı olmak, bana göre üzerinde gittiğin yolu bilmek demektir. Yoksa ne kadar kaybolmuş ve çaresizdir şu insanoğlu, ne anlamı vardır ki var oluşunun yada tam tersi, yok oluşunun...?
O gece eve döndüğümde tek odalı çatı katında beni bekleyen bir sürpriz vardı: bir yabancı. Onu balkonumun önündeki iskemlede oturur halde bulduğumda hala düzeltemediğim bozuk bir aksanla sordum: ‘Ne istiyorsun? Kimsin?’ Aklımdan geçenler tam olarak şunlardı: o ya bir hırsızdı yada bir katil, az sonra harekete geçecekti ve son böyle yazılmıştı kaderde... ‘Korkma’, dedi bana, ‘sadece konuşmak istiyorum’. Paltomu kapının arkasına astım ve sakin bir şekilde masanın üzerindeki çaydanlığa uzandım. ‘Çay?’ Kafasıyla hayır işareti yaparken aslında tam olarak neyi kastettiğini anlamamıştım. ‘Ben kendime yapayım, oldu mu?...’ Az ötedeki musluktan doldurduğum çaydanlığı tek gözlü ocağın üstüne yerleştirdikten sonra yatağımın üzerine oturdum. Beni ziyaret eden kimse olmadığı için odada başka oturacak bir yer de yoktu. ‘Evet, seni dinliyorum...’, dedim. Bana cebinden çıkardığı kağıtları verdi. ‘Bunlar bana ait notlar ve onları sana bırakmak istiyorum, eğer bir sakıncası yoksa’, dedi. Polis tarafından aranıp aranmadığını sordum notlarına göz atarken. Bana bu kadar basit bir şey olmadığını söyledi, notlarda gözüme çarpan şeyler pek anlamlı gelmiyordu bana. ‘Neler olduğunu anlatmak ister misin?’, dedim gözlerinin içine bakarak.
Bana tüm bildiklerini anlattı saatlerce. Bunlara inanmamı bekliyordu ama benim için hiç de kolay değildi bu... Tüm duyduklarımdan sonra onun bir deli olduğunu düşünüyordum. Bana küçük bir gösteri yapmak istediğini söylediğinde gerçekten korkmaya başladım. ‘Bıçağın var mı?’, diye sormuştu. Başımı ‘neden’ anlamında sallayabildim sanırım. Sonunda korktuğum şey başıma gelecekti. Bıçağı ona uzatırken nasıl titrediğimi hatırlıyorum. Bu işkenceyi daha fazla uzatmanın anlamı olmadığını düşünerek bıçağı doğruca koluna sapladı, ucu kolunun diğer yanından fırladı ve daha sonra bıçağı geri çekti. Yüzünde herhangi bir acı belirtisi görmediğim için hayretle ona bakıyordum. Bıçak yarası yavaşça kapandı, dökülen kan ise adeta buharlaşırcasına silindi halının üzerinden. ‘Şimdi bana inanıyor musun?’ Şoku atlattıktan sonra yaranın olması gereken yere dokundum cesaretle. ‘Sen ciddisin!’, diyebildim. Aniden gülmeye başladık, ikimizin de sinirleri bozulmuştu sanırım. ‘Evet, ben artık güneşle buluşmak istiyorum’, dedi daha sonra. ‘Günün ilk ışıklarının beni yeniden bulması için bana yardım et. Artık bu sonsuz gecenin bitmesini istiyorum, benim istediğim şekilde bitmesini. Lütfen.’
Güneşin doğmasına birkaç saat vardı. Din adamlarının neden kimsenin cesaret edemediği şeylerle yüzleşmek zorunda kaldıklarını bilemiyorum ama sanırım bu ödememiz gereken bir bedel bu. Yanında getirdiği kelepçelerle kendini balkonun korkuluğuna bağladı. Anahtarları bana verdi. ‘Ne söylersem söyleyeyim o anahtarları bana asla geri vermeyeceksin. Her şey bitene kadar bekle sadece... Benden arta kalanları bir kutuya koy ve son isteğimi yerine getir.’ Gözlerimin önünde hayali bir manzara belirdi. Bir geminin kıç tarafındaydım, büyük bir adanın önünden geçiyorduk. Güvertede kimsenin olmadığına emin olduktan sonra elimdeki kutuyu açtım ve içindeki külleri denize savurdum... Eğer O bu şekilde var olabiliyorsa bir anlamı olmalıydı!? ‘Bu bir intihar’, dedim. Buna engel olmam gerekiyordu. ‘Beni işleyeceğin bu son günaha alet edemezsin’. ‘Bu şekilde bitmesi gerektiğine sen karar veremezsin’. Kelepçeleri çözdüğümde dişlerini boynuma geçirdiğini hissettim. Çatıdaki azizin öyküsü burada sona eriyor... Anlattıklarım ve anlatacaklarım benim kadar gerçektir.

Vampir Avcısı

Saklandığım yerden çıkmak için bir çok nedenim vardı. Orada daha uzun süre kalamazdım. Eninde sonunda beni bulurdu. Onun etrafta olduğunu hissediyordum. Beni bir an önce bulması daha iyi olurdu, gücüm daha fazla tükenmeden önce... Çok açtım. Bir an önce avlanmalıydım ama bunu av olmamayı başararak yapmam gerekiyordu. Hiç kimse hayatının sonuna kadar avcı olmayı başaramaz. Bir avcı, ava çıkmadan önce mutlaka avlanmayı da göze almalıdır. Avcı, yaptığı işi diğer avcıların dikkatini çekecek şekilde yapıyorsa mutlak sona yaklaşmış demektir. Son birkaç yüz yıl içinde sayıları gittikçe artan bir azınlık haline gelen vampir toplumu, avlandığı toplumun içinde yer alan çok daha sinsi bir başka kan emici grubun iştahını kabartıyordu. Kontrolsüz bir nüfus artışı yaşanıyordu vampirler dünyasında ve bir zamanlar gizli olarak yapılan pek çok şey ortadaydı. Akit evlerinin sayısı her geçen gün artıyordu. Bazı şanslı ölümlülere göre ise paranın henüz satın alamadığı bir tek şey kalmıştı: sonsuz bir hayat. Ne kadar zengin olursan ol günün birinde ölüp gittiğin sürece bunun hiçbir anlamı yoktu. Ölümsüz olmanın avantajlarını burada saymak yersiz olacak...
Ölümsüzlüğü elde etmenin çeşitli tıbbi yöntemleri denendi fakat sonuç hep başarısızdı. Geriye tek bir çözüm kalıyordu: bu işi için bir vampir yakalamak. Vampirleri yakalamak için bir vampir gibi düşünebilmek, hareket edebilmek gerekiyordu. Tek yapılması gereken kendi toplumuna ihanet etmeye hazır bir vampiri ele geçirmekti. Bunu başarmaları da fazla uzun sürmedi. Kısa sürede bu bir sektör halini aldı. Bu sektöre hizmet eden vampir avcılarının ve saf kan olmayan bir vampir toplumunun oluşmasına sebep oldu. Bu aşamada saf kan olanlar ve olmayanlar arasında bir savaş başladı. Saf kan olmayanların ve insanların ağır kayıplar verdiği bu dönemde ilginç gelişmeler de yaşandı. Bazı vampir avcıları bir zamanlar avladıkları saf kan vampirlerin yanında savaştılar. Yanı sıra bazı vampir avcıları da ölümsüzlüğü seçerek saf kan olmayanların tarafında yer almayı seçtiler. Saf kan olmayan vampirlerin yarattığı katliam daha çok masum insanlara yönelikti. Özel bir hastane yada araştırma vakfı adı altında kurulan beslenme çiftliklerinde gizlice sayısız insan katledildi. Bu çiftliklerin, akit evleriyle karşılaştırılmayacak ölçüde büyük olduklarını belirtmek dışında farklı bir amaca hizmet ettiklerini söyleyemem. Bu tarafların herhangi birinde yer almadım, almayı da düşünmüyorum. Bu seçimi benim adıma yapan kişi beni vampire dönüştüren bir saf kan vampirdi. Hiçbir şeyin göründüğü gibi yada göründüğü kadar olmadığını söylemek istiyorum sadece. Haklı olan genellikle daha güçlü olandır...
Karanlık sokağın ortasında tam karşımda duruyordu. Saf kan olmayan bu vampir avcısı bir süredir peşimdeydi. Ona her zamanki gibi kaba olmasının yanı sıra beni akşam yemeğimden de alıkoyduğunu söyledim. Bu bir blöftü, hiçbir silahım yanımda değildi, ölebileceğimi düşünmeye başladım ama bunu kolaylaştırmaya çalışmayacaktım. Belinden çıkardığı uzun kılıcı savurarak bana doğru koşmaya başladığında ise hızla sıçradım. Bir arabanın arkasında kaybolduğumu gördü. Arabanın diğer yanına geçtiğindeyse orada değildim. Arabayı ölümsüzlere özgü gücüyle kaldırıp bir yana devirdikten sonra arabanın altında açık kalan kanalizasyon kapağını fark etti. Yeniden peşime düştü. Bir süre koştuktan sonra dışarı çıktım. Eski surların üzerine tırmanıp asmaların arasına gizlendim. Hareketsiz kalıp, aklımdan geçen tüm düşünceleri durdurmam gerekiyordu. Az sonra çıktığım delikten dışarı fırladı. Öfkeden deliye dönmüştü. Etrafa bir göz attıktan sonra surlara doğru baktı. Belinden çıkardığı tabancayla aşağı sarkan asma dallarına rasgele ateş etmeye başladı. Kanın kokusunu almak daha kolaydı ne de olsa. Kolumdan ve boynumdan yediğim iki kurşunla birlikte zihnim yeniden sessiz panik çığlıkları atmaya başladı. Açılan yeni yaralarla birlikte gücüm iyice tükenmeye başlamıştı. Surda açılan bir yarık bulup son gücümle kendimi içeri yuvarladım. Karanlık ve nemli bir mahzene düşmüştüm ve buradan tek çıkış az önce içine yuvarlandığım duvardaki boşluktu. İçine gömüldüğüm küf kokan çamurun içinde günlerce uyudum, yaralarım iyileşti. Şanslıydım, çamurun içinde beni bulamamıştı. Uyandığımda gece yine beni bekliyordu. Anlattıklarım ve anlatacaklarım benim kadar gerçektir.

Cuma, Eylül 22, 2006

Adım "Ölüm...süz" -özet-

Ateşte yanarak küle dönüşen bir fotoğraf gibidir gün. Külleri şehrin üstüne yayıldığında benim zamanım başlar. Yatağımda uyanıp hatırlamam gerekenlerin belleğime hücum etmesine izin veririm yeniden. Karanlık odamın kapısını her araladığımda onun sonsuza açıldığını duyumsarım, ölümsüz olduğumu yeniden hatırladığım an da budur. Daha sonra aynada nasıl göründüğüme bakıp bu görüntünün ardındaki gerçeği düşünürüm. Adımın ne olduğunu sorarım kendime... Vampirlerin aynada görünmediği doğru değil... Bizi çekemeyen ölümlülerin kuruntusu bu, aynalara dargın değiliz çünkü yaşlanmıyoruz. Aynalar adımızı bilmez, gerçekte kim olduğumuzu da göstermezler, onlara neden güvenmeyelim?... Tıpkı en iyi dostunuzun, adınızı bilmesi gerekmediği gibi. Ama hepimizin bir adı vardır... Gerçekte kimsenin bilmediği adlarımız...
Aylar önce kaldığım dairenin karşısına taşınan genç bir öğretmenle tanışmam, onun şehir yaşamının vazgeçilmez kuralını ihlal etmesiyle gerçekleşti: komşunu tanıma! Taşrada alıştığı sıcak insan ilişkilerini sürdürme arayışı, onun için tehlikeli olabilecek saatlerde kapımı çalmasına neden oldu. Benimle kurmaya çalıştığı iletişim şeklini haliyle onaylamayan biri olarak, kapımı defalarca çaldırmasına rağmen açmadım. Ama onu karşılıklı dairelerin birbirine bakan mutfak pencerelerinden gözetlediğimi ve kendi kendine konuşurken de dinlediğimi itiraf etmeliyim. Bir gece karanlık mutfak penceremden merakla içeriyi görmeye çalıştığını fark ettim, oysa onun fark etmediği üzere tam o sırada karanlıkta onu izliyordum. Apartmanda yaşayan hiç kimsenin davet edildikleri halde o mutfağa adım atmadığı ve giderek büyüyen yalnızlığının ortasında umutsuzluğa kapıldığı günlerden birinde kapıyı aralamaya karar verdim. Ama bu benim için hiç kolay olmadı.
Büyük bir şehirde yaşamanın pek çok kuralı vardır ama en önemlisi ve hata kabul etmeyen tek kural şudur: kimseye güvenemezsin! Giderek küreselleşen ve adeta bir veba gibi yayılan bir yeni çağ düzeni var, bunu kimse yadsıyamaz. Vampirler bile bu kurallara ayak uydurmak zorundadır. Herkesin bir yaşam felsefesi olduğunu duymaya alışkın olduğumuz günlerde yaşıyoruz, bu genç öğretmen ise yaşamın sürekli kendine ihanet ettiğini düşünen çoğunluktan biri değildi. Meraklı, sorularına mantıklı cevaplar arayan, korkusuz ve cüretkar biriydi alışılmışın aksine... Kapımı araladığım o ilk gece de davet edilmediği halde içeri adımını atıverdi, kısa ama keyifli bir sohbet gelişti aramızda. İşi ve yaşama bakışı konusunda dürüstçe konuştu, sanırım ne kadar dürüst olabildiğini nasıl anladığımı anlatmama gerek yok. Yaşamı onu eskisi kadar endişelendirmiyordu ve çok fazla umut beslemediğini söylüyordu. En azından bir süredir böyleydi bu. Ve soru sorma sırası ona geldi kaçınılmaz olarak. Ben kimdim?... Geç olmuştu, gitmeliydi, en kısa zamanda görüşme niyetleriyle kapıya uğurlandı.
İlk andan sonra pek çok gece görüştük, uzun fikir tartışmalarımız oldu. İyi bir konuşmacıydı. Bana zamanla ne kadar çok güvendiğini anlayabiliyordum. Kimi zaman bana sorduğu bazı sorulara yanıt alamaması yada mecburen verdiğim yanıltıcı cevaplar, onu kendi hikayesini anlatmaktan alı koymuyordu. Ona uydurduğum herşeyi birebir hatırlamam ölümsüz hafızam için pek kolaydı açıkçası ama ölümsüzlerin de bir vicdanı olduğunu unutmamak gerek. Tabi ki hepsinin bir vicdanı olduğunu söyleyemem ama galiba bende de az da olsa biraz var... Birkaç ay içinde yaşamına dair en ince ayrıntıları bile bildiğim bir dost kazanmıştım. Benden kimseye söz etmediğini biliyordum, ona güvenebilmem için herşeyi yapıyordu ama gerçek adımı hala bilmiyordu. Bunun karşılığında onu kabul ettiğim saatlerde önceden beslenmiş oluyordum ve bu da sohbetlerimizi onun için daha güvenli ve benim içinse daha dayanılabilir kılıyordu. Ona yaptığım en önemli jest, tabi dostluğum dışında, ona hayatını bağışlamaktı. Gerçeği söylediğim gün onu bir daha göremeyeceğimi biliyordum, ama en şaşırtıcı olanı benim yapmayı düşündüğüm şeyi yapmış olmasıydı: Ortadan kaybolmak!?... Geride bir de not bırakmıştı: ?Nerede yaşadığını bilen tek ölümlü ben olmak istedim, bana güvenmediğini görmek için daha uzun süre kalamadığım için bağışla ve bana şans dile dostum?... Anlattıklarım ve anlatacaklarım benim kadar gerçektir.

Salı, Eylül 19, 2006

Sheridan Le Fanu ve Carmilla'sı

O, 19. yüzyılın ilk hayalet hikayesi yazarıdır. Yazarın hortlaklı ev atmosferini yazı diline başarıyla yansıtan ender yazarlardan olduğu biliniyor. 28 Ağustos 1814'te İrlandada doğan Joseph Sheridan Le Fanu, ilk hikayesi "The Ghost and the Bonesetter"ı 1838'de Dublin Üniversitesi Dergisinde yayınladı. Yazarımız, Dublin'in Trinity Üniversitesi'nde hukuk eğitimi alırken bir yandan da gazetecilik dalında çalışmalarını sürdürdü. Büyükannesi ve amcası oyun yazarı olan Le Fanu'nun ilk romanı olan "The Cock and Anchor" ise tam yedi yıl sonra yayınlandı. Le Fanu, 1851'de ise Merrion Meydanı'ndaki ölene dek yaşadığı evine taşındı ve eserlerinin çoğunu bu evde yazdı. Bu eve taşındıktan yedi yıl sonra ise eşini kaybetti. Eşinin ölümünden birkaç yıl sonra, ilk hikayesinin yayınlandığı Dublin Üniversitesi Dergisi'nin sahibi oldu. Le Fanu, 7 Şubat 1873'te Dublin'deki ölümüne dek gotik edebiyata birçok eser kazandırmış ve kısa hikaye türünde unutulmaz bir iz bırakmıştır.
Sheridan Le Fanu, konularını hünerli ve canlı bir biçimde işlemiş, şok edici korku türünün aksine kendisine gizemli bir üslup edinmişti. Kısa roman tarzındaki eseri "Carmilla" bu türün en güzel örneklerinden biridir. Bu eserin Bram Stoker'ın "Dracula"sını büyük ölçüde etkilemiş ve Danimarkalı yönetmen Theodor Dreyer'ın 1932 tarihli "Vampyr" başyapıtına temel teşkil etmiştir. Sheridan Le Fanu'nun ilk eserlerinden "Tyrone Ailesinin Tarihinden Bir Bölüm" ise Charlotte Bronté'nin eseri Jane Eyre'i etkilediği de bilinmektedir. Yazarımız İrlanda kökenli Gotik Edebiyatı?nın babası olarak nitelendirilmektedir. En bilinen eserleri arasında Silas Amca, Gül ve Anahtar ve Carmillayı da içeren Karanlık Aynada adlı hikaye koleksiyonu yeralmaktadır. Le Fanu?nun hayatı, eserleri ve ailesine ilişkin bilgiler Gavin Selerie'nin "Le Fanunun Hayaleti" (2006) araştırma kitabında verilmiştir.
Sheridan Le Fanunun Carmilla'sı vampir türünün ilk örneklerindendir, yani 1871'de Carmilla yazıldığında Dracula henüz ortalıklarda yoktu ve tam yirmi yıl kadar sonra yazılmayı bekliyordu. Kimilerine göre Dracula'dan dçok daha ustaca yazıldığı söylenen bu eser şüphesiz vampir hikayeleri türünün en zengin, edebi ve kalıcı örneklerinden biri oldu ve ardından gelen eserleri büyük ölçüde etkiledi. Bram Stoker'ın daha sonra romandan ayrı olarak basılan ve açıkça Le Fanuya gönderme yapan "Dracula'nın Konuğu" adlı eseri daha önceleri Dracula romanının ilk taslaklarında bir bölümdü. Sheridan Le Fanu, Carmilla'yı yaratırken İrlanda folklöründeki banshee'den etkilenmiştir. Banshee, inanışa göre evlere dadanarak aile bireylerinin ölümünü haber veren bir hortlaktır. Hikayedeki lezbiyen ögelerin yazıldığı çağa oldukça ters düştüğü söyleniyor. Laura'nın Carmilla ile arkadaşlığının getirdiği ölüm korkusu ise aynı zamanda lezbiyenlik korkusunu da simgelemektedir. Başarılı bir sinema versiyonu henüz bulunmayan romanın en kısa zamanda yeni sinema versiyonlarını da izleyebilmeyi diliyoruz.
Carmilla, hikayenin başkahramanı Lauranın ağzından, olayların bitiminden sekiz yıl sonrasında, vampir kontes Mircalla Karnstein'ın öyküsünü anlatır. Hikaye kısaca şöyle: Avusturya-Macaristan sınırındaki uzak bir şatoda yaşayan Laura ve babası beklenmeyen bir misafiri, yani güzel Carmillayı evlerinde ağırlamak zorunda kalırlar. Carmilla'nın gelişiyle birlikte civarda esrarengiz ölümler yaygınlaşır ve Laura'nın sağlığı ise gördüğü kabuslarla giderek bozulmaya başlar. Laura Carmilla'nın büyüsüne yenik düşerken, Laura'nın babası ise Baron Vordenburg'un yardımıyla bu gizemi çözerek kızını kurtarmaya çalışır. Hikayenin sonunda bile bu gizemin sadece bir kısmı çözümlenir. StreetPoet, okuyucuları bu hikayeyi okuma zevkinden mahrum etmemek için, hikayenin finaline dair yorumlar yazmamızı istemiyor. Eleştirmenlere göre ise, Carmilla her vampirsevere hitap etmiyor. Belki de Carmilla, ağır işlenişi, eski dünya atmosferi, incelikli karakterleri, detaycılığı ve nispeten kısa oluşu ile, günümüzün kanlı aksiyon ve belirgin cinsel içerik beklentisi olan vampirseverlerine gerçekten çok fazla şey vaadetmiyor. StreetPoet'e
göre ise, asıl bunlar eseri okunmaya değer kılan özellikler.
Hikayenin orijinal tam metnini bu linkten okuyabilirsiniz:
http://www.english.upenn.edu/~nauerbac/crml.html

Beyaz Perdede Kan Var! "Son Vampir Film Oluyor"

Karanlığın kızı Valoyassa bildiriyor:
"Blood: the Last Vampire" (Son Vampir) tüm vampirseverlerin bildiği ünlü vampir animelerden biri, belki de en ünlüsü. Freedy'le Jason'ı kapıştıran (Freddy vs. Jason), katil bebek Chucky'i evlendiren (Chucky's Bride), Jet Li'nin son filmi "Fearless" (Korkusuz)'ın da yönetmeni olan Ronny Yu bu animeyi 2007'de beyaz perdeye taşıyor. 1948 yılının Tokyo'sunda geçecek olan hikayenin yapım öncesi aşaması çoktan tamamlanmış ve yıl sonu itibariyle çekimlere başlanıyor. Film, animedeki senaryoya sadık kalarak askeri bir kampa ait olan bir okula öğrenci olarak gelen vampir avcısı Saya'nın vampir ırkıyla savaşını anlatıyor." Bu harika haber için teşekkürler V.

Cumartesi, Eylül 16, 2006

St Germain, "Her Şeyi Bilen ve Ölmeyen" Bir Kont

Dün 64. yaşgününü kutlayan Chelsea Quinn Yarbro, korku romanları konusunda Bram Stoker ve Edgar A.P. gibi saygın birçok ödüle sahip olan bir kadın yazar. Dracula romanını ilk defa 14 yaşında iken okuyan Yarbro, daha çok yarattığı "Saint Germain Kontu" adlı vampir karakteri ile tanınıyor. Yazarımız, uzun soluklu St Germain serisini yazarken karakterin tarihi yönünü de incelemiş ve vampir karakterini daha onurlu, insancıl ve kahramanvari yansıtmıştır. Vampir arketipi ve folklörü üzerine araştırmalar da yapan Yarbro, vampirlerin kurbanlarından hayatı emdiği birçok örnekle karşılaşmış: örneğin Çinli vampirlerin insan iliğini emdiğini, Eskimo ve Finlandiyalı vampirlerin ise vücut sıcaklığıyla beslendiğini okumuş. Bilinen tüm vampir niteliklerinin ve dini inanç ögelerinin ötesinde, kendi karakterini yaratırken de karakterini insanlığa bir metafor olarak kullanmaya karar vermiş. Ölümsüz olması nedeniyle insanlığa yabancılaşan bir vampir düşüncesi, yazarı oldukça renkli geçen 15. Louis dönemindeki Paris'e sürüklemiş ilk romanı için. Vampir edebiyatının romantik ve erotik yönüne ağırlık veren bir üslup geliştiren Yarbro, bu türün de öncülerinden. Haftanın altı günü, günde altı saat yazmaya ve üç saat kadar da araştırmaya ayıran yazarın seksenin üzerinde kitabı var. Gizembilim (özellikle tarot), çizim ve müzik konusunda da çalışmalar yapan Yarbro, tarih ve kültüre merakı nedeniyle de seyahat etmeyi seviyor. Yazar halen üç kedisiyle Berkley, California'da yaşıyor.
Bu yazıda yazarın daha çok kahramanlığıyla tanınan St.Germain Kontu üzerinde duracağız. Tarihteki St. Germain kontu, siyah-beyaz giyinmeyi seven, toplum içinde asla yiyip içmeyen, mücevherlere aşırı düşkünlüğüyle tanınan (örneğin elmasların sonsuzluğu simgelediği düşünülürse bu kont için hiç de aykırı bir durum değil), gizembilimci ve simyacı olarak tanınmış bir karaktermiş. 4000 yaşında olduğunu ve Yaşam İksiri'ni içtiğini iddia eden kont, kültürlü, yetenekli, çok fazla dil bilen, seçkin ve insancıl biriymiş. Nereden geldiği belli olmayan bu yabancı hem oldukça zengin hem de çekiciymiş. Kont, temel nitelikleriyle Dracula'yı andırsa da, Yarbro romanlarındaki vampir olarak ise ondan çok farklı. Yani St. Germain kontu, Dracula'nın yaptığı gibi rakiplerini küçük düşürmüyor, sonsuz yaşamın fırsatlarını övmüyor veya partnerleri üzerinde hakimiyet kurmuyor. Görünümüyle Dracula'yı andıran tarihteki gerçek kontun ise bir yüzyılı aşkın bir süre zarfında nasıl olup da 40 ila 50 yaşları arasında bir görünümü koruduğunun gizemi çözülememiştir. Yaşadığı çağ itibariyle de doğaya aykırı olduğu için bir şarlatan olarak görülen kontun bu özelliği üzerine gidenlerin hiçbir sonuca ulaşamamış olması hayret uyandırıyor. Kralın uluslar arası elçisi, yada deyim yerindeyse ajanı, olduğunun bilinen kontun kendisine Chambord Şatosu'nu tahsis eden 15. Louis'nin ve tarihin kayıt altına alabildiği son dönemlerinde birlikte simya üzerine çalışmalar yaptığı Kont Charles of Hesse Cassel'ın muhtemelen kontun kimliği hakkında daha fazla bilgiye sahip olduğu düşünülüyor.
Kontun aşırı sosyal kimliği ve güzel kadınlara düşkünlüğü ise onu asosyal ve karanlıkta kalan vampir tiplemesine aykırı kılıyor. Toplum içinde yiyip içmese de St. Germain kontu, anlattığı sayısız eğlenceli hikaye ve sunduğu ilginç reçeteleriyle birçok yemekte ilgi odağı olmuş. Kültür ve sanat konularında kendisiyle kimsenin yarışamadığının bilinmesi ve kontun bunlardan artık fazlasıyla sıkıldığını söylemiş olması da ilginç. Kemanı virtüözler kadar iyi çalabildiği ve muhteşem resimler yaptığı bilinen kontun çağdaşı ve dostu Baron von Gleichen, anılarında kontun Paris'te kaldığı süre zarfında Chevalier Lambert'ın kızı Matmazel Lambert ile bir aşk yaşadığını ve ona hazine sandığından oldukça iri bir elmas hediye ettiğini yazmıştır. Hollanda'da ise kendisi gibi gizemli ve zengin bir kadınla birlikte olduğu kayıtlara geçmiş. Voltaire'in "herşeyi bilen ama ölemeyen bir adam" dediği St. Germain kontu, nereden geldiği bilinmediği gibi gizemli bir şekilde ortadan kaybolmuş. 1784'deki sözde ölüm tarihinin öncesindeki çalışmalarına ait evrakları halefi Kont Cassel'a bıraktığı söyleniyor. Ne var ki, ne 15. Louis ne de Kont Cassel konuyla ilgili hiçbir açıklama yapmıyor. Hatta Kont Cassel daha da ileri giderek, herkesin tanıdığı böyle birini hiç tanımadığını söyleyebilmiş. Yaşadığı çağın gizembilim, gizli topluluklar ve büyüye olan düşkünlüğü nedeniyle bu kadar çok konuşulan birinin birdenbire varolmadığını iddia etmek de şüphe uyandırıyor.
Kontun kökeniyle ilgili yaygın bir varsayım, İspanya kralı 2. Charles'ın dul eşi Marie de Neubourg ve Adanero Kontu'nun oğlu olduğudur. Kontu sevmeyen çevreler ise kontun Yahudi kökenli olduğunu iddia etmiş. Annie Besant adlı dinbilimciye göre ise kontun kökeni Transilvanya prensi 2. Racoczi'dir. Prens Racoczi'nin çocuklarının Avusturya imparatoru tarafından büyütüldüğü ama içlerinden birinin buradan ayrıldığı (hatta kimilerine göre öldüğü) ve aslında onu İtalya'ya getiren Medici ailesine verildiği ortaya çıkarılmış. Kontun adını da İtalyan kasabası San Germano'dan aldığı söyleniyor. Kontun kimliği hakkında yorum yapılmamasının nedeni olarak ise Avusturya imapatorunun kontun verasetiyle ilgili talepte bulunmaması için bir düzmece olduğu öne sürülüyor. Kontun hala yaşadığı da bu iddianın önemli bir parçası.
Kontun bilinen yeteneklerinin ötesinde simya konusunda da uzman olduğu bilinmektedir. Oldukça zengin olduğu halde herhangi bir bankada yada tefecide parasının olmaması, gerçekten altın ürettiği konusunda bir delil olarak düşünülüyor. Sahip olduğu mücevherlerin sayısı ve değeri konusunda da çeşitli iddialar var. Kontun simyacılığına diğer bir delil olarak ise hediye olarak paha biçilmez mücevherler vermeye düşkün biri olduğu da gösteriliyor. St Germain kontunun ölümsüzlüğü konusunda da çeşitli isimlerin günceleri kanıt oluşturuyor. 1710'da Montferrat Markisi olarak Venedik'te ortaya çıktığı kayıt altına alınmış. Çağının aristokrat kadınlarına onları genç tutabilecek iksirler verdiği de biliniyor. 1750 ve 1760 arasında Paris'teki şöhretli yaşamının ardından 1775'te Adhemar Kontesi tarafından görülmüş ve kontesin güncesinde hala aynı görünüme sahip olduğu belirtilmiş. Arkadaşı Gleichen'ın anlattıklarına göre kont tarihten söz ederken hikayelerini "adeta oradaymışçasına" son derece detaylı biçimde anlatırmış. Kontun farklı çağlarda yaşayan insanların güncelerinde tamamen aynı görünümde ve yaşta anlatılmış olması sadece bir tesadüf olmanın ötesindedir. Kral 16. Louis döneminde geçici olarak yeniden Paris'e dönen kont, Marie Antoinette'e "Paris'e dönmem için bir yüzyıl daha geçmeli, üç nesil boyunca geri dönmeyeceğim" demiş ve yaklaşan felaketi hakkında kraliçeyi uyarmıştır. Kontun o günden sonra görülmediği ve resmi olmayan kayıtlara göre dostu Kont Cassel'ın Duchy of Schleswig şatosunda öldüğü söylenmiştir. Bu doğru kabul edilse bile, 1784'te öldüğünde kontun 100 yaşının üzerinde olduğu kabul edilmelidir. Kontun ölümü konusunda yorum yapılmaması, bunun sadece bir düzmece olduğuna dair inancı körüklemiştir. Kontun 1821'de Adhemar Kontesi'nce yeniden görüldüğünün ileri sürülmüş olması, kontun tarihte yazıldığı şekilde ve yerde ölmediğine dair inancı arttırmıştır. Kontun 1820'de Major Fraser adında kontun özelliklerini taşıyan gizemli bir yabancı olarak ortaya çıkması da Albert Vandam tarafından "Paris'te bir İngiliz" kitabına konu olmuştur. Tıpkı St. Germain gibi Paris'te hayret uyandıran Major Fraser, Himalayalar'a yolculuk yaparak kutsal nehir Ganj'ın kaynağında yıkandığını yazan bir gezgin midir yoksa kontun kendisi mi? Kayıp uygarlık Atlantis'in sırlarını barındıran Lamalar'ın bilgeliğine ve Felsefe Taşı'na da sahip olduğu kontun 1900'lere dek yaşadığına dair söylentiler devam etmiştir. Kontun Tibet'e batından gelen ve birçok dil bilen gizemli bir Shaberon Ustası olduğuna dair yerel inanış Shaberonlar tarafından hala korunmaktadır. Kontun felsefesinin çağdaşlarınca anlaşılmadığını söyleyen ünlü gizemci Madame Blavatsky onun insanlığa ezoterik bilgeliğiyle daha güzel, aydınlık ve mutlu bir gelecek vermek istediğini söylemiştir.
Kontun Fransız Devrimi'ne etkisi konusunda hiçbir resmi kaynak yoktur. Fakat diğer yandan simya konusunda çalışmalar yapan Işık Şövalyeleri gibi sayısız ezoterik mason toplulukları etkilediği ve magnetizma ve hipnotizma üzerine Mesmer'e temel fikirlerini kazandırdığı bilinmektedir. Konuya ilgi duyan 3. Napoleon'un St. Germain kontu hakkında yaptırdığı araştırma raporları ise Fransa-Prusya savaşında evrakların bulunduğu kütüphanenin yanmasıyla gizemli bir biçimde ortadan kalkmıştır. Kontun halen yaşayıp yaşamadığı bir gizem olarak kalsa bile, o her zaman istediği üzere "ölümsüz" kimliği aramızda yaşamaya devam edecek.

Çarşamba, Eylül 13, 2006

Işık ve Gölge -özet-

Onu birkaç gecedir izliyordum. Oldukça güzel genç bir kadındı. Biraz farklıydı. Pek çok açıdan da aynı. Birkaç gün önce, son derece kalabalık bir barda birlikte dans ettiği kız arkadaşıyla beraberdi. Bir sinema salonundaydık. Gün ışığının tatlı parıltısı perdeyi dolduruyordu ama o benim için neredeyse artık unutulmaya yüz tutmuş gün ışığından çok daha parlaktı. Teni sanki karanlıkta parlıyormuş gibiydi, pürüzsüz ve yumuşacık. Ona dokunduğumu bilmiyordu, zaman ikimiz için aynı hızda akmadığı için bunu hissetmesi mümkün değildi. Onu gülümserken ilk gördüğüm gün, bir mucizeye şahit olmuş gibi uzun uzun seyretmiştim. Bembeyaz dişleri vardı, bir vampirin dişleri gibi ışıl ışıl ama çok daha biçimli. Dudakları bu harika mücevherlerin sergilendiği kadife yastıklar gibi dolgun ve kışkırtıcıydı. Vücudu, bir kedi kadar zarif hareketlerle salınıyordu müzikle birlikte.
Salonda, on iki kadar izleyici vardı. Dalgalı saçlı kız arkadaşı, karanlıkta elini onun elinin üzerine koyarak okşuyordu. Bu ikisinin arkadaşlığın ötesinde şeyler paylaştığını biliyordum. O bunu pek önemsemiyordu ama diğeri ona aşıktı. Kafasını çevirip salona baktı, arkalarında oturan sadece ben vardım ve ne yapmayı düşündüğünü gözlerinden okuyabilecek kadar da aydınlıktı benim için salon. Hiç çekinmeden öpüştü onunla. Daha sonra arkasına kaçamak bir bakış atarak dudaklarını yaladı. Filmi izlemiyordum. Onun da filmle ilgilendiğini sanmıyordum, arada bir arkasına bakıp yüzümü inceliyordu. Karanlıkta belli olmayacağını düşündüğü çapkın bir gülümsemeyle bana baktığını da fark etmem çok kolay oldu. Film bitmemişti ama yerimden kalkıp oturduğu koltuğun yanından geçerek çıkışa doğru yürümeye başladım. Arkadaşının kulağına tuvalete kadar gideceğini söyledi. Yalancı!
Koridora adım attığında ona arkasından sarıldım. Boynunu hafifçe öptüm ve yüzünü kendime çevirdim.Gözlerine baktım ve dudaklarımı dudaklarına bastırdım. Kalbinin atışını duyabiliyordum. Bunu ilk kez yapıyor değildi ama onu nasıl heyecanlandırdığımı hissedebiliyordum. Dilinin yumuşacık sıcaklığını hissederken verdiği soluğu içime çekiyordum. Salona geri dönmedi, birlikte sinemayı terk ettik. Az sonra karanlık bir apartmana girdik. Beni istediğini biliyordum ve ben de onu istiyordum. Elimden tutarak beni karanlığın içine çekiyordu. Spiral merdivenlerden yukarı doğru çıktık. Zaman zaman merdiven boyunca sıralanan pencerelerden giren zayıf ışık onu aydınlatıyordu. Kimi zaman bir ışık kaynağına dönüşüyordu böylece, kimi zamansa korkutucu bir silüete dönüşüyordu. Merdivenlerin ortasında durdu ve beni kendisine çekti. Tam bu sırada üst katlardan birinde bir kapı gürültüyle kapandı. Başını yukarı çevirip gülümsedi sadece, sonra dudaklarımı yaladı.
Boynuma doladığı kollarıyla bir anda kucağıma tırmandı. Bacaklarını bedenime doladı ve pencerelerden birinin pervazında sevişmeye devam ettik. Hafifçe inlediğini duyabiliyordum. Kendimi acıya hazır hissettiğim anda çeliğin keskin ucu birkaç defa vücuduma saplandı. Gözlerini seyrediyordum karanlıkta, kusursuzdular, ne yaptığını bilmeyen gözlerdi. Elinde iri bir sustalı bıçak tutuyordu ve benim yere yıkılmamı beklemek için kucağımda kıvranmayı kesti. Daha sonra da üzerinden itti beni. Karanlıkta yapayalnız kalmıştı. Beni göremiyordu. Bıçağı tekrar cebine koydu ve yere eğilip el yordamıyla beni aramaya başladı. Ona ne kadar yakın olduğumu görseydi kim bilir nasıl da korkardı. Aslında bunu hak ediyordu ama sadece o anı geciktirmeye çalışıyordum bilerek ve isteyerek. Beni merdivenin basamaklarında yatar halde bulması için hareketsiz kaldım. Elleri vücudumda gezindi, önce usulca cüzdanımı çıkardı ve sonra aradığı yerde olması gereken bıçak yaralarını aradı. Onları bulamadığında ise paniğe kapıldı. Yerimden doğruldum ve ağzını elimle kapatarak dişlerimi güzel boynuna geçirdim. Bana engel olmaya çalışıyordu. Merdivenleri çıkmaya başladık birlikte. Bir aslanın çenesinden sarkan bir antilop gibiydi adeta. En üst kata ulaştığımızda ölmek üzereydi. Gözlerinin içine baktım, ışığa bürünen gölgeleri gördüm gözlerinin içinde ve onunla beraber merdiven boşluğuna atladım. Düşerken hiç sesi çıkmadı. Sert zemine çarparak kırılan kafatası dışında. Onu öperek vedalaştım. Anlattıklarım ve anlatacaklarım benim kadar gerçektir.

Salı, Eylül 12, 2006

Anne Rice'ın Vampir Tarihçesi Üzerine

Anne Rice'ın adını 1994 yapımı Neil Jordan uyarlaması "Interview with The Vampire" (Vampirle Görüşme) duymayan kalmamıştır. İlk kitap, 1973 yılında yazıldıktan tam üç yıl sonra 1976'da okuyucuyla buluştu. StreetPoet'in de hayranı olduğu Anne Rice'ın yarattığı vampir karekterlerin heyecan dolu serüveni filmlerde anlatıldığıyla kalmamış, seriye dahil tam 10 kitap ve bunlara eşlik eden bağımsız 2 kitapla devam etmişti. Anne Rice, ayrı bir serüven olarak yazdığı Mayfair cadıları serisi ile vampir tarihçesine (The Vampire Chronicles), serinin son kitabıyla nokta koyarak artık vampirler yada cadılarla ilgili yazmayacağını açıklamıştı. Bu yazının seriyi okumak isteyen meraklı vampirsever okuyuculara bir kaynak olmasını umuyoruz.
Vampir tarihçesi, temel olarak 18. yüzyılda isteği dışında vampire dönüştürülen Lestat de Lincourt adlı Fransız soylusu vampirin maceralarını konu alır. Serinin ilk beş kitabı 1970'lerden bu yana türün en sevilen örnekleri listesinde ilk on?da yeralırken, sinema uyarlamaları da oldukça ilgi çekmiştir. Burada Anne Rice'ın vampirlerinin beyaz perde yada sahne uyarlamalarından değil de kitaplarından söz edeceğiz.
Anne Rice'ın kitaplarından söz etmeden önce vampirlerinden bahsedelim: Klasik vampir çizgisinin dışında olarak nitelendirilebilecek vampir karakterler, kutsal su, haç yada kazıkla yok edilemiyor. Gözeneksiz tenleri asla kir barındırmıyor ve fiziki görünümleri asla değişmiyor. Genellikle insan yada nadiren hayvan kanı içmeye ihtiyaç duyuyorlar. Yaşlandıkça ise bu açlıkları azalıyor ve giderek hareket edebilen mermer bir heykele dönüşüyorlar. Ayrıca yaşlanmayla birlikte, zihin okuma, havaya yükselme yada düşünce gücüyle ateşe verme bazı doğaüstü güçler de elde ediyorlar.Genç vampirler ise güneş yada ateşle kolaylıkla yokolabiliyor. Çok hızlı hareket edebilen vampirler, aynı zamanda müthiş bir hafızaya da sahipler. Örneğin sadece keman çalan birini izleyerek, kemanı aynı ustalıkla çalabiliyorlar. Diğer yandan yaşlılar tarafından vampire dönüştürülen gençler çok daha güçlü ve yetenekli oluyor. Anne Rice?ın vampirleri, genellikle aşırı duygusal, duyarlı, insani duygular barındıran, estetik ve güzelliğe düşkün, aynı zamanda da güzel yada yakışıklı yaratıklar. Bu nedenle genellikle genç yaşlarda vampire dönüştürülüyorlar.
Anne Rice'ın "Vampire Chronicles" (Vampir Tarihçesi)ının kronolojik sıralaması ve konuları kısaca şu şekilde:
Vampirle Görüşme (1976) "Interview with the Vampire"
İlk roman New Orleans'lı toprak ağası Louis de Pointe du Lac'ın Lestat tarafından vampir yapılışının öyküsü olduğu kadar, küçük vampir Claudia ve Paris'teki Vampirler Tiyatrosu ve Armand'ın da hikayesini anlatıyor. Serinin ilk romanı Lestat'ı acımasız ve kötü bir vampir olarak anlatıyor.
Vampir Lestat (1985) "The Vampire Lestat"
Vampir Lestat, 55 yıllık uykusundan modern çağa rock müziği ile uyanıyor ve kendi geçmişini, Louis?nin bilmediklerini (yada anlatmadıklarını) ve vampirlerin atalarını anlatıyor. Bir rock yıldızına dönüşen Lestat, insanlık ve vampirleri karşı karşıya getirecek bir konsere hazırlanıyor.
Lanetlilerin Kraliçesi (1988) "The Queen of the Damned"
Lanetlilerin anası Akasha, Lestat?in çağrısına kulak verip uyanıyor, eşi vampir kral Enkil'i yokederek Lestat'e ulaşmaya çalışıyor. Yoluna çıkan tüm vampirleri ortadan kaldırırken, dünyaya yeniden Lestat'le birlikte hükmetme planları yapan Akasha'ya asırlar öncesinde acımasızca birbirlerinden ayırdığı cadı ikizler Maharet ve Mekare engel oluyor.
Beden Hırsızının Hikayesi (1992) "Tale of the Body Thief"
Lestat, bir vampir avcısı olan Raglan James'in bedenlerini değiştirme teklifini kabul ederek yeniden insan bedenine sahip oluyor. Ne var ki Lestat buna pişman olup Louis'den yardım istiyor ama Louis onu vampir yapmayacağını açıklıyor. İşte bu noktada dünyadaki gizemleri araştıran gizli örgüt Talamasca?nın lideri David Talbot devreye girerek Lestat?in bedenini hırsızdan geri almasına yardım ediyor.
Şeytan Memnoch (1995) "Memnoch the Devil"
Bir uyuşturucu tücarının kızı Dora ile birbirlerine çekilen Lestat, kendini Şeytan Memnoch ile dünyalar arası astral bir macerada buluyor. İnançlarını sorgularken bir yandan da şeytan ve tanrı arasında seçim yapmak zorunda kalıyor.
Vampir Armand (1998) "The Vampire Armand"
Bu kitap ise Vampirler Tiyatrosu'nun kurucusu, vampir atalarının koruyucusu Marius'un öğrencisi ve Lestat'in tek rakibi Armand'ın geçmişini anlatıyor.
Merrick (2000) "Merrick"
Mayfair cadılarının soyundan gelen Merrick'in ve David Talbot'un geçmişini anlatan bu kitap aynı zamanda Louis?nin Claudia'nın hayaletinden nasıl kurtulduğunu ve nasıl yeni bir hayata başladığının da hikayesi.
Kan ve Altın (2001) "Blood and Gold"
Yaşlı vampir Marius'un geçmişini anlatan bu kitap serinin en sevilen ve en zengin içerikli kitaplarından biri. Bu roman aynı zamanda Marius'un Pandora ile yaşadığı aşkın bilinmeyenlerini de okuyucuya aktarıyor.
Blackwood Çiftliği (2002) "Blackwood Farm"
Quin Blackwood'un kendisine musallat olan bir goblinden kurtulmak için Lestat'ten yardım istemesiyle başlayan hikaye cadılarla vampirleri buluşturan ikinci kitap.
Kan İlahisi (2003) "Blood Canticle"
Serinin son kitabı, bir önceki romanda iyice düğümlenen Mayfair cadıları olayına ve vampir tarihçesine noktayı koyan ve Lestat'in son kez okuyucularla buluştuğu roman.
Anne Rice'ın seriden bağımsız okunabilecek "New Tales of the Vampires" (Vampirlerin Yeni Hikayeleri) vampir romanları ise aşağıda:

Pandora (1998) "Pandora"
Doğu Roma İmparatorluğu'nun uç beyliği, eski liman kenti Antakya'da başlayan hikaye Pandora'nın hikayesini anlatıyor. Kadın vampirin gözünden anlatılan ölümsüzlerin dünyasına dair bu hikaye aşk, tutku ve entrika ile dolup taşıyor.
Vittorio, Vampir (2001) "Vittorio, the Vampire"
Vampirler dünyasının Romeo ve Juliet'i kabul edilen bu roman, Lestat'in dünyasıyla hiç tanışmamış Floransalı bir vampir olan Vittorio ve onun aşkı vampir Ursula'nın anılarına ışık tutuyor.
Anne Rice'ın vampir dünyasını diğerlerinden ayıran unsur hikayelerin tarih, aşk ve cinsellik ögeleriyle örülü olmasıdır. Zaman zaman epik bir anlatım sergileyen hikayelerin vampir karakterlerinin gösterdiği duygusal olgunluk ve bilgelik hayranlık vericidir. Karakterler arası ilişkiler, iyi ve kötüye dair edinilen tecrübelerin geniş zamanda önemini yitirdiğine işaret eder. Dini açılımlar, tarih bilimi yada dünyanın kaderini tayin eden türden yüksek amaçlar vampirlerin genelde ulaşmaya çalıştığı uç noktalardır. Yine de kimi karakterler pişmanlık duymadan masum insanları öldürmekten çekinmeyecek kadar doğaya dönük, materyalist ve hedonist olmayı seçerler.
Not. StreetPoet'in favori karakteri daima yalnız olmayı seçen, acısını ve pişmanlığını diğerleri gibi maskeler ardına saklamayan Louis'dir.

Pazar, Eylül 10, 2006

Vampir, Nedir Senin Adın?...

Siz, vampir olduğundan şüphe edenler. Bu siteye adınızı, soyadınızı ve cinsiyetinizi yazıyorsunuz, sonra da "seek vampire" butonuna bastığınızda da sağda adınızı, lakabınızı ve bir vampir olarak huyunuzu öğreniyorsunuz. Eğlenceli:)...
http://www.emmadavies.net/vampire/

Vampir ve Fantezi Kitapları Müzikal Oluyor

StreetPoet son olarak İstanbul'dan yeni bir vampirle daha tanıştı, Valoyassa, karanlığın kızlarından biri. Valoyassa, gösterisini sahnede (ekranda değil) sürdüren en sevdiğimiz kitaplarla ilgili müzikal yaklaşımlar hakkında bizi bilgilendirdi.
Bunlardan ilki, ne yazık ki 28 mayıs 2006'da Broadway'deki gösterimini tamamlayan, şu ana dek en çok beklenen müzikallerden biri olan "Lestat müzikali: Genç Öl, Sonsuza Dek Yaşa". "Lestat müzikali" sevgili Anne Rice'ımızın Broadway müzikali olan ilk kitabı olduğu kadar, Elton John ve Bernie Taupin'in de ilk ortak çalışması. Gösteri iki Tony ve bir Drama Desk Ödülü'nün de sahibi olmuş. Kaçıranlar (yani "bizler") için, müzikalin ünlü şarkısı "Sail Me away"'i de içeren bir sahne kaydı için hala kesinleşmemiş bir yayınlanma tarihi sözkonusu.
http://www.lestat.com/
İkincisi ise bütün kategorilerde (kitap, sinema, müzik) büyük bir hit olan: Yüzüklerin Efendisi. J.R.R. Tolkien'ın epik üçlemesinden esinlenen müzikal London Theatre Royal, Drurylane'de gösterilecek. Gösteri sahneye Matthew Warchus ve Shaun McKenna tarafından uyarlanmış. Gösteri için bilet fiyatları ise 15-60 $ arasında. Müzikal bu defa dans eden ve şarkı söyleyen hobbitler görmek için muhteşem bir fırsat.
http://www.lotr.com/home.php
Teşekkürler Valoyassa.

Perşembe, Eylül 07, 2006

CeBIT Eurasia / 5 - 10 Eylül 2006

CeBIT Eurasia Bilişim Fuarı, yılın en çok beklenen fuar organizasyonlarından biri. TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi 5-10 Eylül arasında bir kez daha üç ayrı bölümle organizasyona ev sahipliği yapıyor: İş Dünyası, Dijital Yaşam ve Telekomünikasyon. Fuar insan ve vampir olan herkese geleceğin teknolojisine bir göz atmak için muhteşem bir fırsat. Ziyaretler haftasonları (halk günü) yarı fiyatına yapılıyor.
http://www.cebitbilisim.com/homepage_tr

Salı, Eylül 05, 2006

Başka Bir Beden -özet-

Metronun kapıları kapandığında kucağındaki kitabı araladı ve etrafına hiç bakmaksızın okumaya başladı. Ait olmadığı bir dünyada ve bambaşka bir bedende dolaşmak keyifliydi. Çünkü eğer bu yaşadığı dünya kendine ait olsaydı, onun çok daha adil olmasına çalışırdı. Okuduğu sürece yaşadığını unutuyordu. Okuduğu kitaplarda kendini yakın hissettiği bir karakter bulup, kitap bitene kadar o olduğunu varsayardı. Böylece hem okumak daha keyifli oluyordu hem de hiçbir zaman yapamayacağı kimi şeyleri de yapıyormuşçasına mutlu hissediyordu kendini. Metro, kitap okumak için çok da elverişli bir yer değildi, ama pencereden baktığında gördüğü sadece karanlıktı ne de olsa. Hızlı okuma konusunda kendini eğitmiş biri olarak yolculuğu boyunca yaklaşık on sayfa kadar okuyabiliyordu ve kafasının içindeki karanlığı renklendirmek ve onu hayallerle doldurmak çok daha kolaydı. Birden yere düşen bir anahtarlığın sesiyle irkildi ve kafasını kitabından kaldırdı.

Oturduğu yerden birkaç metre uzakta koridor tarafında oturan bayanın yanında yerde yatan anahtarlığı fark etti. Kadının başı yanındaki kel bir adamın göğsüne yaslıydı, uyuyordu. Adam anahtarların düşerken çıkardığı sesi duymuş olmalıydı mutlaka ama her halde ne olduğunu anlamamıştı. Anahtarları yerden alıp onlara vermek isterdi elbette, eğer yürüyebilseydi. Sadece seslendi adama, anahtarlarını düşürdüklerini söyledi. Adam yüzünü döndüğünde çenesinden damlayan kanları fark etti. Neler olduğunu anlayamamıştı ilk önce. Ama bu şok dalgası az sonra yerini paniğe bıraktı. Kadının boynunda derin bir ısırık olduğunu gördü. Kel adam ona hırlıyordu. Korkuyla koltuk değneklerini yere düşürdü. O sırada arkasında başka hırıltılar duydu. Kafasını çevirmeye korkuyordu ama bunu yaptı. Az ötede yerde yatan kıvırcık ve uzun saçlı bir gencin boğazını parçalamış bir başka vahşi gözüne çarptı, kısa küt saçlı travestiye benzeyen bir kadındı bu. Ve onun arkasındaki koltukta orta yaşlı bir adamın gırtlağını ısıran turuncu saçlı bir çocuk vardı.

Kafasını çevirdiğinde ufak bir çığlık attı. Göz göze gelmiştik. Ona yere düşürdüğü koltuk değneklerini uzattım ve metro durduğu anda kompartımanı terk etmesini söyledim. Burnuma çarpan kan kokusu ona yardım etmek istememi engelleyecek boyutlardaydı. Bir yiyeceğe neden yardım edersiniz ki?... Neler olduğunu soruyordu. Ona sertçe susmasını söyledim. Bu sırada kuduz bir köpek gibi hırlayan kel vampirin üzerime doğru atıldığını hissettim. Şemsiyemin sivri ucu kalbine girdiğinde hırıltısı yavaşça ateşte çıtırdayan bir kütüğün çıkardığı o sese dönüştü. Özürlü genci ayağa kaldırdım ve hızla kapıya götürdüm. Tam bu sırada kafasındaki peruğunu düşüren travesti vampir elini omzuma koydu, onunla dans etmek istemediğimi soruyordu. Deri eldivenimi çıkarma zahmetine girmeden elimi doğruca içine soktum. Yüreğini kavrayıp olduğu yerden söktüğümde korkunç çığlıklar atıyordu. Özürlü genç gördüğü bu manzara karşısında yere yığılmıştı. Metro durdu ve kapılar açıldı. Kapının tam karşısındaki duvara fırlattığım kadavranın küllere dönüşmesini izlemek zevkliydi ama yerinde olmak istemezdim. Özürlü genç dışarı süründü.

Turuncu saçlı genç vampir metronun camlarından birini gürültüyle kırarak dışarı fırladı. Dışarıda ve tam karşımda duruyordu. Onun yaşında bir vampire göre oldukça cesurdu. Tahmin edebileceğiniz üzere, vampirler dünyasında bedenler yanıltıcıdır. On beş yaşında bir çocuk uzun yıllar önce vampire dönüştürülmüş olabilir ve gerçekte olduğu yaşı gösteren başka bir bedene de asla sahip olamaz. Gözlerinden okuduğum kadarıyla birkaç dakika içinde yok ettiğim yaratıklar onun aile olarak kendine seçtiği kurbanlarıydı. Kafasıyla bana gitmemi söylüyordu, özürlü genci öldürmek istememişlerdi, sadece aileye bir üye daha ekleyeceklerdi. Yaşamı boyunca yürüyememiş biri olarak yüksek çatılardan atlamak, duvarlara tırmanmak elbette ki özürlü gence daha cazip gelirdi. Fakat bunun için ödeyeceği bedel çok büyüktü. Kötünün çok da kötü olmadığı durumlardan biri daha mı?... Kimin umurunda. Turuncu kafanın küllerini ertesi sabah rayların üzerinde bulacaklardı. Herşey bir anda oldu zaten. Bana sürekli kim olduğumu soran gence işaret parmağımı dudaklarıma götürerek susmasını söyledim: ?Şşşş?. Anlattıklarım ve anlatacaklarım benim kadar gerçektir.

Cuma, Eylül 01, 2006

Küçük Kız -özet-

Pencerenin önündeki küçük gölge, sokağın öte yanında bir uçurtma gibi elektrik direğine takılıp kalan bir kargayı izliyordu. Karga, bir süredir amaçsızca çırpınıyor ve kurtulmaya çalışıyordu bu durumdan fakat bir türlü beceremiyordu bunu. Saatlerini pencerenin önünde birilerinin bir şeyler yapması gerektiğini düşünerek geçiren küçük kız karga kadar umutsuzdu. Hiç kimse hiçbir şey yapmak istemiyordu, vakit oldukça geçti. Birkaç saat önce birkaç sokak çocuğu karganın bu durumuna üzülerek, onu gitmek üzere olduğu yere erken göndermek niyetiyle epeyce taş fırlatmışlardı direğin tepesine. Karga en azından bu konuda şanslıydı, hiç darbe almadan kurtulma çabalarını sürdürmeye devam etti. Küçük kız, onun bu durumuna daha fazla izleyici kalamazdı.
Bir vampir olarak, diğer doğaüstü yaratıklar hakkında sizden fazla bilgiye sahip olduğumu iddia edemem, benim de kendime göre meraklarım var elbette. Açıkçası okültizmle çok da ilgili olduğum söylenemez, aslında gülünç olmakla birlikte vampirler arasında sık rastlanılan bir durum da değildir bu. Vampirlerin çoğu gizemli olmaya bayılır doğrusu, çünkü ölümden sonra bir yaşam sürdürebilmek için gerekli görürler bunu. Beni kendi gizemim ilgilendiriyor, içimde yaşayan bir yabancının varolması fikri beni meraklandırıyor. Ona ne kadar hakimim yada benden başka kaç tane daha var içimde?... Ölümden sonra bir yaşam var evet ama ölümden sonra çok daha güçlü bir ego da var... Neyse, hayat çok ama çok gariptir, gerçekten. Yaşayan ölüler, yakmayan ateşler ve gerçek olan düşlerle doludur çoğu zaman. Bazen kiliselere girer ve azizlerin resimlerine bakarım uzun uzun, o gözlerin arkasındaki anlamı okumaya çalışırım tıpkı sizlere de yaptığım gibi. Eğer bu dünyaya yada hayata dair gizli bir mesajınız varsa bunu gözlerinizden okuyabilirim. Kiliselerde karşısında en çok zaman harcadığım resimler ise meleklere ait olanlardır.
Küçük bir gölge apartmanın karanlık koridorundan sokağın tek bir lambayla aydınlanan loşluğuna adım attı. Yavaşça elektrik direğine kadar yürüdü, sokakta kimse yoktu. Karga, artık asılı kaldığı direğin ucunda hareketsizdi. Yakınlardaki lambanın ışığında, parlak siyah tüylü kanatların arasında oynaşan mavimsi ışıklar oluşuyordu o yavaşça sallanırken. Küçük kız belki de artık çok geç olduğunu düşündü. Ölmüş müydü yoksa...? Birden yeniden hareketlendi karga, birkaç defa daha çırpındıktan sonra yeniden eski hareketsizliğine büründü. Sarı saçlarını küçük parmaklarıyla kulaklarının gerisine iterken daha önce yapmayı hiç düşünmediği bir şeyleri yapmak üzere planlar kuruyordu. Oraya tırmanacaktı.
Tek yapabileceğim şey bunları izlediğim yerden çıkıp eve bir an önce geri dönmesi için küçük kızı biraz korkutmaktı. Küçük belki de bir daha karanlık bastırdıktan sonra dışarı çıkmayacaktı. Karga ölmek üzereydi ve o bunu bilmiyordu. O direğe tırmanmakla yapılabilecek hiçbir şey kalmamıştı. Gizlendiğim yerden çıkmak üzereyken, resimlerde gördüğüm bir çift göz zihnimde yeniden canlandı. Bir fotoğraf karesinde hapsolmak gibi bir duyguydu bu, sanki ben bir resim olmuştum ve şimdi de ?O? gözlerimin içine bakıyordu. Kımıldayamıyordum, olanları durdurmam gerektiğini bildiğim halde hiçbir şey yapamıyordum. ?O? gözlerimin içindekileri okudu. Tıpkı sizinkileri okuduğum gibi. Büyük bir ışık patlamasından sonra herşeyi geride bıraktığımdan emin olarak gözlerimi açtım. ?O?nu karşımda bulacaktım ve bu herşeyin sonu olacaktı. Sonsuz bir gecenin sonu olacaktı bu ve ışık beni asla terk etmeyecekti bir daha. Yanılmıştım, bu benim değil o küçük kızın yaşama vedasıydı. Buna ben de dahil olmak üzere kimse engel olamazdı. ?O? herşeyi hazırlamıştı ve bu da kolayca oldu. Küçük bir kıza ait cansız bir beden sokağın ortasında yatıyordu az sonra ve az ötesinde ise tek gözü dışarı fırlamış ölü bir karga.
O anda sadece o yabancı duygunun kaynağına ulaşmaya çalışıyordum. Karanlık bir sokaktan ışık dolu bir caddeye fırlayan ince, uzun bir gölge gördüm aklımın içinde. Kim olduğunu bilmiyorum, sadece bu durumda varolmayı başarabilen bir varlıktı. Hayat çok gariptir, gerçekten. Yaşayan ölüler, yakmayan ateşler ve gerçek olan düşlerle doludur çoğu zaman. Bana benzeyen ama benden çok daha duyarlı olabilen bir enerji formatıyla karşılaşmamıştım hiç. Çıkıp onu aramaya karar verdim. Belki de onun yerine başka bir yalnız ruh bulacaktım, bilmiyorum. Hayatın bir vampir için bile süprizlerle dolu olduğu da bir gerçektir. Acının izini sürmek üzere açık pencereden ışığın içine akıp gözden kayboldum. Ama henüz bitmedi. Anlattıklarım ve anlatacaklarım benim kadar gerçektir.