Pazar, Temmuz 01, 2007

Vampir ile Kurtadam karşı karşıya

Vampirlerle kurtadamları karşı karşıya getiren en tanınmış film “Underworld” serisi oldu. Film iki türün fanlarını da bir araya getirmeyi amaçlayan bir Hollywood projesi gibi görünse de aslında ilk iki filmde kurtadam avcısı bir vampirin iki ırkın tarihiyle ilgili gerçeklerle yüzleşmesini işliyor. Filmde ayrıca hem vampir hem de kurtadam özellikleri gösteren bir ırk daha yaratılıyor. Diğer yandan ikinci filmin finalinde vampirlerin nihayet gün ışığına çıkabildikleri bir “mutlu son” da var. Filmde vampirler “asil kediler”, kurtadamlar ise “kuduz köpekler” gibi kapışıyor. Vampirlerle kurtadamların romanlar, oyunlar ve filmler dışında tarihsel mitolojide karşı karşıya geldiklerine rastlanmıyor. Her iki türün de güçlü ve zayıf yönleri mevcut. Vampirlerle kurtadamlar arasındaki en önemli fark vampirlerin ölü, kurtadamların ise aslında yaşayan ama lanetli varlıklar olması. Olası bir savaşta, kurtadamların pençeleriyle ve ilkel dürtüleriyle silah kullanamayacağı ortada. Günümüzün modern vampirleri ise ninja kılıçları, bıçakları ve ultraviyole mermi atan ateşli silahları ile tam bir silah dükkanı gibi dolaşıyorlar. Vampirler tıpkı “Underworld: Evolution” filminde olduğu gibi organize av partileri oluşturabilirken kurtadamların böyle bir sosyal üstünlüğü yok. Kurtadamlar saldırı sırasında organize olamıyorlar. Öte yandan vampirlerin zengin ve asil oluşları her türlü ekonomik ve politik güce kolayca ulaşabilecekleri anlamına da geliyor. Kurtadamlar güç ve saldırganlık açısından üstün olabilirler fakat vampirler ise hızlı ve çevikler. Underworld’de vampirlerin kurtadamlar için adeta kolay lokma olduğu gösteriliyor. Tüm üstün özelliklerine rağmen vampirlerin zayıflıkları kurtadamlara göre çok daha fazla. Vampirler için günışığında dolaşamamaları en büyük zayıflıkları. Vampirler kalplerine sokulan herhangi bir cisimle öldürülebilirken kurtadamlar sadece gümüşe karşı hassaslar. Diğer yandan vampirlerin kanla beslenme ihtiyacı kurtadamların temel ihtiyaçlarının çok ötesinde bir durum. Kurtadamların doğayla ilintili güçleri ve içgüdüleri vampirlere karşı çok daha gelişkin fakat vampirlerin ise zamanla gelişen doğaüstü sihirli yetenekleri var.

Underworld serisi, şu ana dek Len Wiseman tarafından yönetilen ilk iki filmden oluşuyor. İki film de izleyiciyi vampirlerin ve kurtadamların gizemli tarihçesinin derinliklerine bir yolculuğa çıkarıyor. Filmde vampir ve kurtadamlar bir virüsün etkisiyle bu hale dönüşmüş varlıklar olarak anlatılıyor. Vampir Selene ile kurtadam Michael Corvin arasındaki aşk ise bir tür Romeo&Juliet hikayesi gibi. Hikaye ilk ölümsüz insan olan Alexander Corvinus’un biri insan, biri vampir ve diğeri ise kurtadam olan oğullarının başından geçenlerle başlıyor. Filmde Vampir ve Lycan türleri arasındaki mücadelenin ötesinde iki türün de özelliğini genlerinde taşıyan son insanı arayış da anlatılıyor. Bu insan ise Selene’nin aşık olduğu Michael’dan başkası değil. En yaşlı vampirlerden Viktor’un uyandırılmasıyla hikaye daha da ilginçleşiyor. Kurtadam ve vampir aşkının ilk örneği olan Lucian ve karısı Sonja’nın aşık oldukları fakat Sonja’nın karnındaki bebeğin bir hibrid olarak doğmasından şüphelenen babası Viktor tarafından öldürüldüğü ortaya çıkıyor. Öte yandan Selene’in ailesini katledenin de Viktor olduğu ortaya çıkıyor. İlk filmin sonunda ilk vampir Marcus da uyanıyor. Marcus babası Alexander Corvinus’u öldürerek ilk kurtadam olan kardeşi William’ı serbest bırakıyor. Deyim yerindeyse tam bir aile trajedisi. Selene ise Alexander Corvinus’un ve Micheal’ın yardımıyla, kardeşiyle birlikte dünyaya hükmetmek isteyen Marcus’u ve kardeşi William’ı öldürmeyi başarıyor. Üçlemenin son filminin ise geçmişi anlatması bekleniyor. Üçüncü ve son film ırkların yaratılışı ve Lucian ile Sonja’nın aşkını anlatacak. Sonunda vampirler ve kurtadamlar arasında kalıcı bir barış sağlanması bekleniyor.

“Hostel: Part II”den Elizabeth Bathory’e gönderme

Eli Roth’un yönetmenliğini ve Quentin Tarantino’nun yapımcılığını üstlendiği “Hostel: Part 2” Haziran 2007’de gösterime girdi. 2005 yapımı “Hostel”ın bıraktığı yerden devam eden hikayede kurbanlar bu defa Amerikalı kız öğrenciler. Whitney (Bijou Phillips), Beth (Lauren German) ve Lorna (Heather Matarazzo) adlı üç sanat öğrencisi İtalya’da tanıştıkları Axelle (Vera Jordanova) ‘in önerisiyle Slovakya’ya son tatillerine çıkıyor. Grubun kendilerini belanın tam ortasında bulması fazla uzun sürmüyor. Filmin ilk bölümden temel farkı, olayları sadece kurbanın değil müşterilerin bakış açısından da anlatması. Filmde “Elite Hunting” klübü hakkında ilk filmdekine kıyasla daha fazlası gözler önüne seriliyor. Belki de bu nedenle eleştirmenler Eli Roth’un serinin bir sonraki filmine anlatılacak pek bir şey bırakmadığını söylüyor. Bu filmin daha eğlenceli fakat daha az ürkütücü olduğunu söyleyenler de var. Öte yandan film beklenmeyen bir finalle de izleyiciyi şaşırtmayı hedefliyor. “Hostel: Part 2” vampir severler için de bir de sürpriz barındırıyor. Kendisinin de filmde “kesik bir kafa” olarak göründüğü Eli Roth filme “Mrs. Bathory” adında bir sahne eklemiş. Roth belki de gelecekte bir de Elizabeth Bathory filmi yapabilir mi dersiniz?

Dracula: Anlatılmayan Gerçekler

Yıllar önce Dracula’nın bir korku romanı kahramanı olmasının ötesinde gerçekten yaşamış tarihi bir kişilik olduğunu öğrendiğimde bunun vampirlerin gerçekten varolduklarına dair bir kanıt olduğunu düşünmüştüm. Oysa Bram Stoker’ın hayal gücüne borçlu olduğumuz vampir kont Dracula karakteri ile Wallachia prensi Dracula çok farklılar. Sanılanın aksine Türklerin “Kazıklı Voyvoda” olarak adlandırdığı prens bir vampir değil. Üstelik tarihte baba-oğul olmak üzere iki Dracula var. Bunlardan ilki 1395 ile 1447 yılları arasında Transilvanya’da yaşayan Mircea cel Batran’ın oğlu Vlad II Dracul. Vlad II Dracul, Roma Katolik kilisesine bağlı olarak Transilvanya ile Wallachia arasındaki ticaret yollarını Osmanlılara karşı korumakla görevlendirilen bir prens olarak yaşadı. Dracula yani “Ejderhanın Oğlu” adını ise Macar Kralı Sigismund’un 1408’de kurduğu “Ejderha Yoldaşlığı”nın bir üyesi olmasından aldı. Dracula, Wallachia köylülerinin dilinde “şeytan” anlamında kullanılıyordu. 1944’te Osmanlılar’la barış anlaşmasını bozan yeni Macar Kralı Vladislaus, general John Hunyadi komutasında bir orduyla Türkleri Avrupa’dan atmaya karar verdi. Düzenlenen haçlı seferine krallık adına savaşmayı reddeden Vlad II Dracul oğlu Mircea II adındaki oğlunu savaşa göndermeye Papa tarafından razı edildi. Bu arada Vlad II’nin 3 oğlu vardı, Mircea II, Vlad III ve sonradan müslüman olan Radu. Ne var ki haçlı ordusu Varna’da bozguna uğradı.1447’de Vlad II Dracul ve oğlu Mircea’nın (canlı olarak gömüldüğü söyleniyor) Hunyadi’nın emriyle öldürüldükleri biliniyor. Babasının ve ağabeyinin ölümünün ardından tahta geçen Vlad III ise Hunyadi ile arasındaki anlaşmazlığa son vererek Osmanlılar’a karşı savaşmaya karar verdi.

Bram Stoker’ın esinlendiği oğul Dracula, Vlad Tepeş ise 1431 ile 1476 yılları arasında yaşadı. Vlad III, Vlad II ve Moldovyalı bir prensesin oğlu olarak dünyaya geldi. Ayrıca Vlad III’ün iki karısı ve üç oğlu olduğu biliniyor. Dracula hükümdarlığı süresince uyguladığı aşırı acımasız cezalarıyla ün saldı. Belki de Bram Stoker’ın romanının kahramanı olarak Dracula’yı seçmesinin en önemli nedeni de budur. Vlad III, Wallachia’yı koruyarak Osmanlıların Avrupa’ya açılmasını engelleyen en önemli liderlerden biri oldu. Kendisine karşı gelenleri kazığa geçirerek öldürtmesi en bilinen özelliğiydi, Türklerin verdiği lakap ise buradan geliyor. Vlad III, Türklere karşı savaşmayı reddeden babası ve müslüman olan kardeşi Radu’ya hiç güvenmedi. Hunyadi’nin güvenini kazanan Dracula, nefret ettiği Osmanlı hükümdarı Sultan II. Mehmet’e karşı mücadele verdi. Fakat Osmanlıların Transilvanya’ya girmesi fazla uzun sürmedi. 1462 ile 1474 yılları arasında Macar kralı Matthias Corvinus tarafından hapsedilen Vlad, kardeşi Radu’nun ölümünden sonra yeniden tahta geçti. Ne var ki, Vlad tahtında uzun bir süre oturamadı. 1476’da Osmanlılar’ın Wallachia’ya girmesiyle birlikte öldüğü biliniyor. Dracula, hükümdarlığı süresince Targovişte ve Bükreş’te yaşadı. Yaptırdığı ünlü Poienari şatosu ve öldükten sonra gömüldüğü söylenen (henüz mezarı bulunabilmiş değil) Snagov gölü yakınlarındaki manastır bugün hala ziyaret edilebilir. Poienari şatosu aynı zamanda Dracula’nın ilk karısının şatoya okla fırlatılan hileli bir mesajı okuduktan sonra kendisini şatonun hemen altındaki Argeş nehrine attığı yer olarak da biliniyor. Nehrin diğer adı ise Raul Doamnei (Hanım’ın nehri). Dracula’nın ölümüyle ilgili birçok söylenti var. Bükreş yakınlarında Osmanlılar’a karşı giriştiği savaşta öldürüldüğü yada avlanırken Wallachia’lı derebeylerince suikaste kurban gittiği bu söylentiler arasında. Diğer bir söylentiye göre Vlad’ın kesik kafası bal içinde korunarak İstanbul’a gönderilmiş ve sultanın emriyle bir kazığa geçirilerek sergilenmiş.

Vlad Tepeş, Romanya kültüründe dürüstlüğü ve keskin adaletiyle ünlü bir halk kahramanı olarak hatırlanıyor. Öte yandan Vlad’ın fazlasıyla şiddet yanlısı ve acımasız bir hükümdar olduğu da söyleniyor. Hükümdarlığı döneminde işkencelerden aşırı derecede korkan halk arasında hırsızlığın nerdeyse hiç görülmediği biliniyor. Alman tarih kayıtları Vlad’ın sadist bir canavar olduğuna işaret ederken Rus tarih kayıtları Vlad’ı acımasız ama adil bir prens olarak gösteriyor. Yetişkin yada çocuk, asil yada köylü ayrımı yapmadan uyguladığı cezalar onun acımasız ama adil olduğunu düşündürmüş olabilir. Kendisini ziyarete gelen Floransalı ve Osmanlı elçilerin huzurunda çıkarmadıkları şapkalarını kafalarına çivilettiği söyleniyor. Vlad’ın yaşadığı topraklara düzenlenen seferler, Sultan II. Mehmet’in 40.000 askerinin ölümüne neden olmuş. Öte yandan kadın iffetiyle ilgili saplantılı olduğu da söylentiler arasında. Vlad’ın en sevdiği işkence methodu olan yağlı kazığa geçirme uzun ve acılı bir yöntem olması nedeniyle uyguladığı diğer onlarca işkence yöntemi arasında ona atfedilmiş bulunuyor. Kurbanların bazen günlerce acı çektiği bu eziyetin ardından cesetleri kazığa geçirilmiş halde çürümeye bırakılıyordu. Vlad’ın kitlesel kazığa geçirme cezalarını kurbanların karşısında yiyip içerken izlediği döneme ait bir tahta baskı resim de var. Vlad’ın Braşov’da bir seferde kurallarına uymayan 30.000 tacir ve memuru kazığa geçirdiği de tarihe geçmiş.

Romanya’da “strigoi” ve “moroi” olarak adlandırılan ölümden dönen kötü ruhlara dair eski bir inanış vampir inanışının temelini oluşturuyor. Buna rağmen Bram Stoker’ın 1897 tarihli hikayesinde anlatılan vampir kontun hikayesiyle benzerlikler taşısa da Vlad III sanıldığının aksine Romanya’da bir vampir olarak tanınmıyor. Bram Stoker’ın Macar asıllı profesör arkadaşı Arminius Vambery’nin yazara bu ünlü karakterden bahsetmiş olmasından şüphe ediliyor. Öte yandan, Macar söylentileri arasında esir düşen Vlad’ın diri olarak toprağa gömüldüğü halde mezarı yeniden kazıldığında bulunamadığı ve yılar sonra şatosunda esrarengiz ölümlerin görüldüğüne dair hikayeler de var. Ayrıca Dracula romanının daha çok genç bakirelerin kanıyla banyo yapmaktan hoşlanan Elizabeth Bathory ile ilgili efsanelere dayandığı iddia ediliyor. Bram Stoker’ın ünlü kontunu Vlad III’ün yaşadığı Wallachia yerine kuzey Transilvanya’ya yerleştirmiş olmasının nedeni ise belki de romanın yazıldığı dönemde bile bölgenin batıl inançlarının hala yoğun olması ve ortaçağdaki dokusunu koruması olabilir.