Yağmurda Gözyaşları -özet-
Onu bulduğum geceyi şöyle anlatabilirim ancak: Otobüsten indikten sonra hızlı adımlarla ana caddeye ulaşmak üzere karanlık bir ara sokağa sapmıştı. Yüreği bir davul gibi hızla çarpıyordu. Etrafındaki insanların bu sesi duyduklarına inanırdı eğer bir an olsun sessiz ve kıpırtısız kalabilselerdi. Ama yaşam akıp gidiyordu ve dur durak bilmeyen bir çağlayan gibi insan seli pompalanıyordu şehrin kalbine. Bu devasa kalbin yanında onun yüreği duyulamazdı.
Onu kollarının arasına almak istiyordu, bedenini yanında hissetmek, onunla uzanmak. Yüreği bu arzuyla çarpıyordu, kendini paralarcasına, kanatırcasına çarpıyordu. Ne yaptığının farkında bile değildi. Çılgın bir ritim duygusu vardı, caddede yankılanan müzikler ve insan sesleri birleşerek müthiş bir kakofoni oluşturuyordu. İnanmadığı bir şeye sahip olmuştu ve buna inanmak istediğine karar verdiğinde ise kaybetmişti onu. Yaşamın acımasızlığı kanını donduruyordu ve duyduğu acı ile katılaştığını hissediyordu. Hareket etmeliydi yoksa ölecekti, emindi bundan. Zaman nasıl bir hırsızdı öyle, herşeyini elinden alması nasıl da kolay ve fark edilmez olmuştu. Onu görmeye ihtiyacı vardı, başka yüz ve kimliklerde de olabilirdi ama sadece onu istiyordu. Umutsuzca arandı durdu, yürümek yormuyordu işte, acı dinmiyordu ve yürek susmuyordu yine de... Ölümü düşündü ama kendisininkini değil, hepimizin olanı, hepimize ait ölümü. Aşk kadar güçlü olabilir miydi ki o? Aşk kadar apansız, soğukkanlı, umarsız.
Bir yağmur başladı. Gözyaşları da yüreği gibi küçük kalmıştı yine. Düşen her damla, biten her ilişki, solup giden çiçekler, ne anlamı vardı? Yine de aşk yağmaya, bitmeye ve solmaya devam edecekti. O da devam edecekti. İçindeki korkunç acıya rağmen yaşayacaktı. Bir bedel ödemek gerekse bile, bu bedel hiç ödenmese de o devam edecekti. Onun yalnız ve üşümüş olabileceğini düşündü. Yalnızlık, üşümek kadar doğal mıydı? Neden bunu kabul etmiyordu. Yıldızları düşündü, uzay boşluğuna fırlatılmış milyar çarpı milyar tane yalnızlık. Uçsuz bucaksız mesafelerde tek başlarına üşüyorlar mıydı? Onların içinde de yanan şey aşk değil miydi? Yakmayan ateşlerle dolu bir gökyüzü dolu yalnızlık. Yaratıcının aşkıyla yanan ve ondan kopan parçalar ona geri dönebilir miydi? Onun için yanıp yakılıp parlayan ve herkesin gözü önünde kayıp giden bir yıldız gibiydi o gece.
Onu geri istiyordu, mengeneler arasına sıkışmış bir ruhun çığlıklarıyla alev alev. Tıpkı kalabalığın içinde defalarca görüp kaybettiği o gözler gibi, bana ait olan o alevli gözler. Peşinde birinin varlığını hissettiğinde aklında o vardı. Onun gelip kendisini bulmasını istiyordu. Doğru olan da buydu belki, adil olan yani. İçinde bir mekanizmanın küçük tıkırtılarla dişlileri hareket ettirdiğini, zaman ve mekanda farklı bir boyutta birbirine eşitlenen, eşleştirilen kavramların yavaşça yer değiştirdiğini duyumsuyordu. Yalnızlık, yeraltı nehrinde onu karanlığın dibine sürükleyen kayığın kendisiydi. Karanlığın içinde parlayan o iki göz ona doğru yaklaşıyordu. Yüreği daha yavaş çarpıyordu oysa. Duyduğu sıcaklık yükselen ateşi miydi yoksa durup dururken alev alev yanıp küle dönüşen şu insanlardan biri mi olmak üzereydi, bilmiyordu. Başının döndüğünü, kulaklarının uğuldadığını ve gözlerinin yukarı doğru kaydığını hissetti. Kalabalığın içinden fırlayıp bir gölge gibi onu bayıldığı an kucakladığımı ve ışık hızıyla oradan uzaklaştığımızı ne o ne de diğerleri fark edemedi. Ama henüz bitmedi. Anlattıklarım ve anlatacaklarım benim kadar gerçektir.
Onu kollarının arasına almak istiyordu, bedenini yanında hissetmek, onunla uzanmak. Yüreği bu arzuyla çarpıyordu, kendini paralarcasına, kanatırcasına çarpıyordu. Ne yaptığının farkında bile değildi. Çılgın bir ritim duygusu vardı, caddede yankılanan müzikler ve insan sesleri birleşerek müthiş bir kakofoni oluşturuyordu. İnanmadığı bir şeye sahip olmuştu ve buna inanmak istediğine karar verdiğinde ise kaybetmişti onu. Yaşamın acımasızlığı kanını donduruyordu ve duyduğu acı ile katılaştığını hissediyordu. Hareket etmeliydi yoksa ölecekti, emindi bundan. Zaman nasıl bir hırsızdı öyle, herşeyini elinden alması nasıl da kolay ve fark edilmez olmuştu. Onu görmeye ihtiyacı vardı, başka yüz ve kimliklerde de olabilirdi ama sadece onu istiyordu. Umutsuzca arandı durdu, yürümek yormuyordu işte, acı dinmiyordu ve yürek susmuyordu yine de... Ölümü düşündü ama kendisininkini değil, hepimizin olanı, hepimize ait ölümü. Aşk kadar güçlü olabilir miydi ki o? Aşk kadar apansız, soğukkanlı, umarsız.
Bir yağmur başladı. Gözyaşları da yüreği gibi küçük kalmıştı yine. Düşen her damla, biten her ilişki, solup giden çiçekler, ne anlamı vardı? Yine de aşk yağmaya, bitmeye ve solmaya devam edecekti. O da devam edecekti. İçindeki korkunç acıya rağmen yaşayacaktı. Bir bedel ödemek gerekse bile, bu bedel hiç ödenmese de o devam edecekti. Onun yalnız ve üşümüş olabileceğini düşündü. Yalnızlık, üşümek kadar doğal mıydı? Neden bunu kabul etmiyordu. Yıldızları düşündü, uzay boşluğuna fırlatılmış milyar çarpı milyar tane yalnızlık. Uçsuz bucaksız mesafelerde tek başlarına üşüyorlar mıydı? Onların içinde de yanan şey aşk değil miydi? Yakmayan ateşlerle dolu bir gökyüzü dolu yalnızlık. Yaratıcının aşkıyla yanan ve ondan kopan parçalar ona geri dönebilir miydi? Onun için yanıp yakılıp parlayan ve herkesin gözü önünde kayıp giden bir yıldız gibiydi o gece.
Onu geri istiyordu, mengeneler arasına sıkışmış bir ruhun çığlıklarıyla alev alev. Tıpkı kalabalığın içinde defalarca görüp kaybettiği o gözler gibi, bana ait olan o alevli gözler. Peşinde birinin varlığını hissettiğinde aklında o vardı. Onun gelip kendisini bulmasını istiyordu. Doğru olan da buydu belki, adil olan yani. İçinde bir mekanizmanın küçük tıkırtılarla dişlileri hareket ettirdiğini, zaman ve mekanda farklı bir boyutta birbirine eşitlenen, eşleştirilen kavramların yavaşça yer değiştirdiğini duyumsuyordu. Yalnızlık, yeraltı nehrinde onu karanlığın dibine sürükleyen kayığın kendisiydi. Karanlığın içinde parlayan o iki göz ona doğru yaklaşıyordu. Yüreği daha yavaş çarpıyordu oysa. Duyduğu sıcaklık yükselen ateşi miydi yoksa durup dururken alev alev yanıp küle dönüşen şu insanlardan biri mi olmak üzereydi, bilmiyordu. Başının döndüğünü, kulaklarının uğuldadığını ve gözlerinin yukarı doğru kaydığını hissetti. Kalabalığın içinden fırlayıp bir gölge gibi onu bayıldığı an kucakladığımı ve ışık hızıyla oradan uzaklaştığımızı ne o ne de diğerleri fark edemedi. Ama henüz bitmedi. Anlattıklarım ve anlatacaklarım benim kadar gerçektir.
0 Comments:
Yorum Gönder
<< Home